hd porno porno hd porno porno

YETÄ°ÅžKÄ°NLÄ°K PSÄ°KOLOJÄ°SÄ°-6

3.168 okundu

İİ. TOPLUMSAL BAĞLAMDA GENÇ YETİŞKİNLİK

Genç yetişkin, çocukluk ve ergenlik bağlarından kurtulmuş özerk
bir bireydir. Bu özerklik, bireyin, yaşamının önceki yıllarında kazandığı
fiziksel, zihinsel, toplumsal geliÅŸiminin ve birikiminin bir sonucudur.
Bütün bu kazanımlar bireyi dış dünyaya yöneltmektedir. Genç
yetişkinlikte bireyin temel çabaları toplumsal dünyaya yönelmiştir.
Yetişkinlikte gelişim sürecini özellikle toplumsal etkileşimler sağlar.
Genç yetişkin aile içinde, iş dünyasında ve arkadaş topluluğunda yeni
bir ilişkiler örüntüsü içindedir. Bu ilişkiler toplumsal bir ağ oluşturur
ve gelişimin sürmesini sağlar. Tüm yetişkinler, oldukça karmaşık, çeşitli
yaşam biçimleri ve katılma olanakları sunan toplumsal bir çerçevede
yaşarlar. Ancak yine de, yetişkinlerin hemen hepsi zamanlarının
ve enerjilerinin çoğunu toplumsal kurumlardan biri olan aileye ayırırlar.
Bu nedenle önce aile yaşamı incelenecektir.

:::::::::::::::::

1. Aile

Psikolojik düzeyde aile, aile yapıları, ailedeki etkileşim ve ailedeki
yaşam döngüsü açılarından incelenebilir. Öte yandan, ailenin, anlamlı
yakın ilişkilerin, bütün doyumların, gelişim olanaklarının kaynağı
olduğu biçimindeki görüşler sadece felsefi ideallerdir. Aile, kimi
zaman en büyük duygusal rahatsızlıkların, gerilim ve çatışmaların
kaynağı da olabilir. Aile içi polisiye olaylar, kötü muamele gören ve
dövülen çocuklar, yatma ve yeme olanağıyla sınırlı ilişkiler, işteki
engellenme ve başarısızlıkların yansımaları, duygusal ya da cinsel
doyumsuzluklar da aile yaşamının gerçek yönleridir. Büylece aile tüm
yönleriyle incelenmesi son derece güç bir yaşam alanı oluşturmaktadır;
bu nedenle aile sadece yapıları, etkileşimleri ve yaşam döngüsü
açısından kısaca ele alınacaktır.

A. Aile Yapıları

Aile yapılarını, geleneksel “büyük aile” ve çaÄŸdaÅŸ “çekirdek aile”
olarak sınıflamak çok bilinen bir yoldur; ancak bu sınıflama biçiminin
günümüzdeki aile yapılarını tam anlamıyla yansıttığı söylenemez.
Günümüzde aileler ana, baba ve çocuklardan oluşan çekirdek birimler
halinde gözükseler bile, büyük aile ile bağlarını çeşitli biçimlerde
sürdürmektedirler. Tipik olarak genç çift anababasından ayrı bir ev kurar,
ama aile bağları korunur, akrabalık şebekesi içinde karşılıklı yardımlaşma
ve ilişki sürdürülür. Anababalar yeni çiftlere yardım ederler,
daha sonra yeni çiftler de emeklilik ve hastalıkta anababalara yardıma
koşarlar. Üç kuşak aile üzerinde yapılan bir araştırmada en genç kuşağın
anababalarla çocukların kendi yollarına gitmeleri gerektiÄŸini “en
az” söyleyen ve anababaları ile iliÅŸki kurma sorumluluÄŸunu “en fazla”
duyan kuşak olduğu ortaya konmuştur. Bu değişik aile yapısı, geleneksel
geniş aileden farklı olduğu gibi, çağdaş çekirdek aileden de
farklıdır. Çünkü eski kuşaklarla ve çocuklarla ilişkiler bağımsızlık ve
hareketlilik korunarak sürdürülmektedir.

Aile yapılarında kuşaklararası ilişkiler dışında da farklılıklar
görülmektedir. Örneğin, bazı aileler, boşanma, dulluk ya da terkedilmişlik
nedeniyle tek anababalıdır. Bazı ailelerin yanlarında yaşlı ana ya
da baba, evlenmemiş bir akraba, bir bakıcı gibi fazladan birileri vardır.
Bazı aileler de boşanma ve yeniden evlenme sonucu inanılmaz derecede
karmaşık görüntüler verirler. Bazen çekirdek aileler hafta sonlarında,
bayram günlerinde geniş aile özellikleri gösterirler. Sonuç olarak
sadece çekirdek ve geniş aile tipleri çerçevesinde bile çeşitli aile
yapıları ya da biçimleri söz konusudur.

Günümüzde en yaygın aile biçiminin, “geniÅŸlemiÅŸ çekirdek aile”
(extented nuclear family) olduğu söylenebilir. Bu aile yapısı, çeşitli
seçeneklere olanak verdiği, coğrafi hareketlilik sağladığı, değer ve
tutumları yeni kuşaklara iletmede aracı olduğu, hızlı toplumsal değişimlerin
yol açtığı gerilimlere karşı bireylere duygusal destek sağladığı
için yaygındır. Ancak bu aile yapısının her zaman olumlu biçimde
işlediği de söylenemez. Dolayısıyla, genişlemiş çekirdek aileler
de toplumların gereksinmeleri doğrultusunda değişime uğrayacaklardır.
Örneğin, gelişmiş toplumlarda farklı yaş kesimlerinden insanlar
“komün” yaÅŸamı gibi farklı aile biçimlerini denemektedirler. Bununla
birlikte, gelecekte bu tür bir aile yapısının yaygınlık kazanıp kazanmayacağı
bilinememektedir. Ne olursa olsun, gelişmiş toplumların
çoğulcu yapısının çeşitli aile yapılarının gelişmesine olanak tanıyacağı
kuÅŸkusuzdur.

B. Ailede EtkileÅŸim

Aile, yetişkin ve çocukların etkileşimde bulundukları, dolayısıyla
birbirlerini etkiledikleri bir birimdir. Aile etkileşim üzerine kurulu
bir sistem olduğundan, bir yönün işlevini yerine getirmemesi sistemin
diğer yönlerini de etkiler. Şu halde, aileyi anlamak için ana, baba
ya da çocukları ayrı ayrı incelemek yeterli olamaz; çünkü aile, parçaların
bir araya gelmesinden farklı bir bütündür.

Ailenin “etkileÅŸen kiÅŸilikler birimi” olarak kabul edilmesi simgesel
etkileşim kuramından kaynaklanan bir görüştür. Aile bireyleri
arasındaki etkileşimin anlamı, bireylerin etkileşimde aldıkları yerden
çok, etkileşimin kendi içindedir. Örneğin, babanın alkolik oluşu aile
etkileşimi içinde dışardakinden çok farklı bir anlam taşır; ailenin her
bireyi babanın bu özelliğine farklı tepki gösterir, aile içinde bu özelliğin
bir gelişim tarihi vardır, aile sistemini bir bütün olarak etkiler ve
bireylerin aile algısını farklılaştırır. Etkileşim yaklaşımının uygulamadaki
en tanınmış örneÄŸi “aile terapisi” (family therapy)dir. Aile terapisinin
temel ilkesi, aslında “hasta”nın yalnızca “belirlenmiÅŸ hasta” olduÄŸu
ve etkileşen bütün aile bireylerince paylaşılan acıyı en fazla dile
getiren kişi olduğudur. Yani bir bireyin rahatsızlığı, aslında içinde
yaşadığı rahatsız bir ailenin ve kötü işleyen bir aile etkileşiminin
belirtisidir; ailede bir şeyler ters gitmektedir ve bütün ailenin bir
terapistle görüşmeye gereksinmesi vardır. Örneğin, bir çocuk şamar oğlanı
olarak seçilmiÅŸ ve ailece kendisine “problem çocuk” olma görevi verimiÅŸtir;
böylece anababa, yüzleşemedikleri evlilik sorunlarından kaynaklanan
anksiyetelerini çocuk üzerinde yoğunlaştırarak daha az tehdit
edici bir çıkış yolu bulmaktadırlar.

Aile terapisi ilkeleri ve uygulamaları oldukça yenidir ve eski
psikopatoloji yaklaşımlarıyla -en azından yüzeyde- çelişmektedir. Eski
yaklaşımlar, bireysel problemin bireysel dinamikle ilişkili olduğu ve
bireysel terapi gerektirdiği doğrultusundadır. Ancak bireysel terapistler
bile, hastalarının gelişiminin aileleri tarafından engellendiğini ve
terapide kazanılan değişikliklere ailenin uyamadığını görmektedirler.
Bu bulgular aile terapisinin gelişmesine katkıda bulunurken, aile içindeki
etkileşimin önemine de dikkati çekmiştir. Ayrıca bu yaklaşım bireyin
içsel dinamiklerini de reddetmemektedir. Aile terapisi sayesinde
“asıl” sorunlu birey saptanabilir -çünkü çoÄŸunlukla ailede hasta olarak
belirlenen kişiden başka bir üyedir- ve daha sonra bireysel terapiye
alınabilir. Bireyin rahatsızlığını başlatan ne olursa olsun, bu rahatsızlık
başlayınca yoğun aile etkileşiminde her birey bununla bir biçimde
başa çıkmak zorunda kalacaktır.

Åžu halde, temel nokta, ailenin etkileÅŸen kiÅŸilikler birimi olduÄŸudur.
Bu kişiliklerden birinde ya da ilişkilerde ortaya çıkarak bir bozukluk
aile sisteminin diÄŸer yönlerini de bozacaktır. Kimmel’in bir
araştırmasında, evlilik ilişkisinin kalitesi, anababanın çocuk davranışını
algılayışı, anababanın aile birimini algılayışı ölçülmüş, evlilik
ilişkisindeki bozukluğun (düşük evlilik doyumu), çocuğun davranış
bozukluğuyla (yüksek derecede saldırganlık) ilişkili olduğu, bu iki
alandaki bozukluğun da olumsuz aile birimi algılaması ile ilişkili olduğu
bulunmuÅŸtur.

Etkileşim yaklaşımının önemli bir noktası da, ailenin farklı yönlerini
anlamada aile bireylerinin algılarının, o aile sisteminin değişkenlerini
dışardan izleyen birinin gözleminden daha belirgin olacağıdır.
Örneğin, bir çocuk aileyi birçok nedenle kardeşlerinden çok
farklı algılayabilir, sonuç olarak da o çocuk aynı ailede yaşayan
kardeşlerinden farklı ya da olumsuz etkilenebilir, çünkü algılayışları
farklıdır. Ferdinand Vander Veen, aile bireylerinin aile birimini nasıl
algıladıklarını ortaya çıkarmak ve ölçmek için “aile-kavramı” adını
verdiği bir yapı geliştirmiştir. Aile bireylerinin, tıpkı benlik-kavramları
gibi, aileye ilişkin kavramları vardır ve aile-kavramı da benlik-kavramı
gibi ölçülebilir. Sonuç olarak bir bireyin kendi ailesine ilişkin
algısı, ailenin diğer bireylerine ve dış baskılara uyum sağlanmasında
son derece önemli bir etkendir.

C. Aile döngüsü

Genç yetişkinlikte bütün toplumsal çevreler içinde yine aile çevresi
ağırlığını korur. Gelişimsel açıdan bakılacak olursa, ergenlikten
yetişkinliğe geçişte önemli bütün dönüm noktaları aile ile ilgilidir. Bu
dönüm noktalarını geçmek toplumda normatif olarak yetişkinliğe geçişi
belirler.

Aile yaşam döngüsü (family life cycle), yetişkin rollerinde birtakım
geçişler ve evrelerle belirlenir. Aile döngüsü içinde en önemli
dönüm noktaları, evlenme, ilk çocuğun doğumu, son çocuğun doğumu,
son çocuğun evden ayrılması (boş yuva) ve dulluktur. Sosyolog
Reuben Hill dokuz dönüm noktası saptamıştır.

1. Kuruluş: yeni evlenmiş, çocuksuz.

2. Yeni anababalar: ilk çocuk üç yaşına gelinceye kadar.

3. Okul öncesi: ilk çocuk 3-6 yaşlarında, belki yeni bir kardeş.

4. Okulçağı ailesi: ilk çocuk 6-12 yaşında, belki yeni bir kardeş.

5. Ergen çocuklu aile: ilk çocuk 13-19 yaşında, belki yeni bir
kardeÅŸ.

6. Genç yetişkinli aile: ilk çocuk 22 yaşında ya da daha büyük,
ilk çocuk evden ayrılıncaya kadar.

7. Yerleştirme yeri olarak aile: ilk çocuğun ayrılmasından son
çocuğun ayrılmasına kadar.

8. Anababalık sonrası aile: çocuklar evden ayrıldıktan sonra,
baba emekliye ayrılıncaya kadar.

9. Yaşlılık ailesi: babanın emekliye ayrılmasından sonra.

Hill’in bu evre görüşü sınırlıdır; çünkü evlenmeden birlikte yaÅŸayan,
boşanmış ya da yeniden evlenmiş çiftlere uygulanamaz, çalışan
kadını dikkate almayışı açısından da eksiktir. Ayrıca, çağdaş karmaşık
toplumlarda insanlar yaşam üsluplarını seçme ve değiştirme
hakkına sahip olmak istemektedirler. “YaÅŸam üslubu”, bir bireyin biyolojik,
toplumsal ve duygusal gereksinmelerini gidermeye çalıştığı
yaşam örüntülerinin tümüdür. Bir aile kurmak bütün toplumlarda varolan
bir yaşam üslubudur. Ancak aile döngüsünü oluşturan olaylar
toplumsal ve kültürel değişimlerin etkisi altındadır. Örneğin, evlilikten
son çocuğun yetiştirilmesine kadar geçen süre son yüzyıl içerisinde
gitgide kısalmıştır. Aile döngüsündeki bu tarihsel değişimler
aile döngüsünün de değişmesine neden olmuştur; ortayaşlı büyük anababalar,
dört kuşaklı aileler ortaya çıkmış, çiftlerin anababalık sonrası
dönemi uzamıştır. Aile döngüsündeki bu tür olaylar, bunların birey
üzerindeki toplumsal ve psikolojik etkilerine de dikkati çekmiştir. Örneğin,
ilk çocuÄŸun doÄŸuÅŸu yalnızca “eÅŸ” oluÅŸtan “anababa” oluÅŸa
doğru bir rol değişikliği getirmez, aynı zamanda benlik kavramı ve
güdülenme ile anababalarda çözülmemiş çocukluk çatışmalarını da
uyandırır.

Aile döngüsünün dönüm noktaları ailenin sırasal dönemler içinde
ilerleyici gelişimini içerir. Bu dönemlerin ayrılması yazarlara bağlı bir
keyfilik göstermektedir, yine de bu ayrımm konuyu açıklamak açısından
yararlı olduÄŸu söylenebilir. AÅŸağıdaki açıklamada Kimmel’in
(1974), Hill ve Duvall’a dayanarak geliÅŸtirdiÄŸi ÅŸema izlenecektir.
Ayrıca bu şemaya evlilik öncesi döneminin de katılması uygun bulunmuştur.
Evlilik öncesi başlığı altında genellikle iki sorun incelenir: Eş
seçimi ve sevgi ilişkisi.

(0) Evlilik öncesi. Genellikle evlilikler bir seçme süreci sonucunda
gerçekleÅŸir. “EÅŸ seçimi”nde iki temel ilke vardır. “Benzerlik ilkesi”ne
göre, sınırlı bir bireyler grubu içinde, yaş, ırk, din, etnik köken,
toplumsal sınıf, eğitim ve kişilik benzerliğine dayanılarak seçim
yapılır. Benzerlik (homogami) ilkesi benzerlerin birbirini çektiği gerçeği
üzerine kurulmuÅŸtur. Buna karşılık “bütünlenme ilkesi”, eÅŸlerin
özellikle kişilik açısından farklı ve tamamlayıcı özellikleri nedeniyle
seçildiğini savunur. Bu ilke karşıtların birbirini çektiği gerçeğine
dayanmaktadır. Araştırmalar hangi ilkenin daha çok uygulandığını ortaya
koyamamıştır, ancak benzerlik ilkesinin daha geçerli olduğu yolunda
belirtiler vardır. Benzerlik ilkesinin daha geçerli olması, böyle bir
seçimin sosyoekonomik sınıf, din, eğitim gibi alanlarda daha az çatışmaya
yol açması, özellikle evliliğin ilk yıllarında karşılıklı toplumsallaşma
sürecinin daha kolay olması nedeniyle olabilir. Ayrıca, anababa
isteği ve toplumsal baskı da benzerlik ilkesi doğrultusundadır.

Eş seçimi konusundan önce araştırılması gereken temel bir sorun,
insanların neden evlendiği sorunudur. Her şeyden önce, evlenme yönünde
yoğun bir toplumsal baskı vardır. Bireyin evlenmesi gereken
anı belirleyen bir “toplumsal saat” bile vardır. Bu an geldiÄŸinde bireyin
ailesi ve çevresi onun evlenmesini bekler. Psikolojik gelişimi, cinsel
çekim ve aşk etkenleri de evliliği çağrıştırır. Ancak psikoloji ve
sosyoloji kitapları aşk konusuyla doğrudan ilgilenmemişlerdir. McCurdy,
cinselliğin tümüyle tartışılmasına karşılık, iki konunun, yani
dinin ve aşkın tartışılmasında gösterilen çekingenliğe dikkati çekmektedir.
Kuşkusuz, Maslow ve Fromm gibi yazarlar bu konuda önemli
bir istisna oluşturmaktadırlar; ayrıca, kadın-erkek ilişkilerinde tabu
konu tanımayan günümüzün feminist yazarlarını da unutmamak gerekir.
Aşk konusundaki diğer bir ilginç tartışma da Batı kültüründeki romantik
mitos üzerindedir. Rougemont’a göre romantik aÅŸk ile Hıristiyanlık
inancı arasında doğrudan bir ilişki vardır ve bunun en güzel
örneÄŸi de “Tristan ve Ä°zolde” söylencesinde görülür: AÅŸk, kirletilmekten
ancak ölümün sonsuzluğu içinde korunabilir! Romantik mitos
“Romeo ve Jülyet”de olduÄŸu gibi sayısız edebiyat ürününe temel oluÅŸturmuÅŸtur.
Hepsinin ortak yönü, iki aşığın önüne geçilemez ve değiştirilemez
bir nedenle birbirlerine ulaşamamalarıdır. Rougemont,
aşık olmanın her zaman sevmek anlamına gelmediğini de ileri sürmektedir;
aşık olmak bir durumdur, sevmek ise bir eylemdir; hıristiyanlığa
bağlı aşk anlayışı sadece bir durumu belirtmektedir ve sevme
eylemi değildir. Çünkü romantik aşkın özü, sevilen kişiyi son derece
değerli ve ulaşılamaz bir varlık olarak görmektir. Dünya yaşamını
horgören Ortaçağ Hıristiyanlık inancına göre insanca içgüdüler kötüdür,
günah kaynağıdır, ahlaksızlık belirtisidir. Cinselliği kirli sayan
bu inançta sevilen kişiyle cinsel ilişkiye girmek olanaksızdı. Rönesansta
ise aşk platonik yönünü yitirmiş, ama şiirselliğini sürdürmüştür.
Daha sonra Romantizm hareketi romantik aşk anlayışını doruk noktasına
ulaÅŸtırmıştır. Fransız Devrimi’nden sonra da, evliliÄŸin romantik
aşka dayanması gerektiği görüşü gelişmeye başlamış ve yakın zamanlara
kadar gelmiÅŸtir.

Sevgi, psikologların sistematik araştırmalara ancak yeni yeni
giriÅŸtikleri bir konudur. Zimbardo’ya (1979) göre bu gecikmenin nedeni,
konunun tartışılamayacağına ilişkin tabular, sevginin akılcı açıklamalara
konu olamayacağına ilişkin yaygın inançlardır. Araştırmayı
engelleyen bir başka neden de, sevgiyi tanımlama güçlüğüydü. Filozoflar
ve toplum bilimciler sevginin biçimleri ve ögeleri konusunda
farklı düşünüyorlardı. Bilimsel araştırma açısında önemli bir güçlük
de, sevgi ile hoşlanma, aşk ile sıradan sevgi arasında ayırım yapmak
konusunda ortaya çıkmıştı. Hatfield ve Walster (1978) aşktan söz etmek
için üç temel koşulun olması gerektiğini belirtmektedir. Her şeyden
önce, kişinin bu kavrama inandığı ve gençlerin düşsel ve gerçek
yaşam betimlemelerinde buna göre eğitildiği bir kültürde yetişmiş olmak
gerekmektedir. Aşkın ortaya çıkması için ikinci koşul uygun kişinin
varlığıdır. İnsanların çoğu için bu, karşı cinsten, aşağı yukarı
aynı yaşta, fiziksel çekiciliği olan, başka bir derin ilişkiye girmemiş
biri demektir. Üçüncü koşul aşık olmakla ilgilidir. Herhangi bir heyecansal
uyanış aÅŸk olarak “yorumlanabilir”. Bu heyecansal uyanış bir
insanın potansiyel sevgi objesine nasıl tepki vereceğini belirlemektedir.
BaÅŸka bir deyiÅŸle aÅŸk, uygun bir etiketlemenin eÅŸlik ettiÄŸi fizyolojik
bir uyanıştan ibarettir. Hatfield erkeklerin ve kadınların bir ilişkiden
beklentilerinin aynı olduğunu saptamaktadır. Her iki cins de sevgi
‘ve’ seks istiyor, her ikisi de yakınlık ‘ve’ iliÅŸkiyi denetleme gücü
istiyor. Ne var ki, erkekler kadınlardan daha kolay aşık oluyorlar, kadınlar
ise aşktan erkeklerden daha kolay çıkıyorlar.

Hendrick ve Hendrick (1986), tümel bir sevgi kavramına dayanan
ilk kuramların yerini bugün çok boyutlu yapılar kullanan kuramların
aldığını belirtmektedir. Onlara göre, psikolojide sevgi konusunda
ilk çalışmalar kuram geliştirme yönünde olmuştu, daha sınırlı ikinci
yaklaşım ise ölçme aracı geliÅŸtirme yünündeydi. 1970’lerde Rubin,
sevme ile hoşlanma arasındaki benzerlik ve farklılıkları ilk kez ele
almış ve bunları ölçecek bir araç geliÅŸtirmeye çalışmıştır. Rubin’in “Sevgi
ÖlçeÄŸi”nde üç ana öge vardır: Yakınlık kurucu ve baÄŸlayıcı gereksinmeler,
yardım etme eÄŸilimi, tekelcilik ve kendine mal etme. “HoÅŸlanma
ÖlçeÄŸi” ise benzerlik, olgunluk, zeka gibi ögeleri içermektedir.
Öte yandan, Dion sevgide beş değişik üslup olduğunu saptamaktadır:
Uçarı, ihtiyatlı, akılcı, tutkulu, coÅŸkulu. Lee’nin aÅŸk üslupları tipolojisi
daha karmaşıktır. Üç birincil aşk üslubu: Eros (tutkulu aşk), Ludus
(oyun gibi aşk), Storge (arkadaşça aşk) ve üç ikincil aşk üslubu: Mania
(sahiplenici. bağımlı aşk), Pragma (mantıksal, alışveriş gibi aşk),
Agape (özgeci, verici aşk). Bu ikincil üsluplar birincillerin ikili
bileÅŸimlerinden oluÅŸmaktadır. ÖrneÄŸin, “mania” eros ve ludusun, “pragma”
storge ve ludusun, “agape” eros ve storgenin bileÅŸimidir; ama herbirinin
kendine özgü nitelikleri çok farklıdır. Hendrick’in Lee’nin tipolojisine
dayanarak geliştirdiği ölçme aracından madde örnekleri verebiliriz.
Tutkulu aÅŸk: “Ben ve sevgilim birbirimize ilk görüşte vurulduk.”
Oyun gibi aÅŸk: “AÅŸk sorunlarımdan kolayca ve çabucak sıyrılabilirim”
Arkadaşça aÅŸk: “En güzel sevgi uzun bir dostlukta yeÅŸerir.”
Mantıksal aÅŸk: “En iyisi aynı özelliklere sahip birini sevmektir.”
Sahiplenici aÅŸk: “SevdiÄŸim bana ilgi göstermezse hasta olurum.” Özgeci
aÅŸk: “SevdiÄŸimin yerine ben acı çekmeyi yeÄŸlerim.” Bu araçla yapılan
araştırmaların ilk bulguları, erkeklerin aşkta kadınlardan daha fazla
oyun peşinde (ludic) olduklarını, kadınların ise erkeklerden daha fazla
pragmatik, daha arkadaşça, daha manik olduklarını göstermektedir.

Perlmutter ve Hall’a (1992) göre, araÅŸtırmacılar aÅŸkta genellikle
iki temel tür ayıt etmektedirler. Tutkulu aşk (passionate love) heyecansal
yoğunluk, eşle derinliğine birleşme ve ateşli cinsel tutku içerir. Arkadaşça
aşk (companionate love) ise, eşlerin birbirine güven duyduğu
ve bağlı olduğu, bir arada olmaktan zevk aldığı, huzurlu, kararlı bir
ilişkidir. Tutkulu aşkın doğal ömrünün yaklaşık iki yıl olduğu görülmektedir.
Ancak, tutkulu aşk bazı ilişkilerde yaşamsal bir öge olarak
sürebilmektedir. Örneğin, çoğu otuz yıllık evli bir grup orta yaşlı kadında
tutkulu aşkın evlilik ilişkilerinde önemli bir rol oynadığı, evlilik
doyumuyla ve cinsel doyumla güçlü bir bağı olduğu saptanmıştır. Bazı
araştırmalar da arkadaşça aşkın evlendikten sonra derinleştiğini, romantik
aşkın evliliğin ilk on beş-yirmi yılı sırasında azaldığını göstermektedir.

Evlilikteki sevgide romantik aşka benzeyen duygusal bir yön varsa
da, daha çok etkin (aktif) sevgi söz konusudur. Evlenme kararı romantik
aşka bağlı olarak alınmaz, mutlu ya da mutsuz sonuçlara katlanmayı
içeren sevme kararına dayanılarak alınır. Psikolojide sevgi
konusunda en gerçekçi tanımlardan biri Adler’e ( 1984) aittir: “Sevgi,
dostça bir iÅŸbirliÄŸidir.”‘

“Sevgi ve evlilik yaÅŸamında karşımıza çıkan sorunlar,
ilke olarak genel toplumsal sorunlardan değişik bir yapı
göstermez. Bu konuda da bizi aynı güçlükler ve aynı görevler
bekler. Sevgi ve evliliğe her şeyin insanın gönlünce gerçekleştiği
bir cennet gözüyle bakmak yanlıştır. Dört bir yanda
yapılacak işler bizi bekler, bizimle birlikte karşımızdaki
bir başka kişinin çıkarlarını düşünerek söz konusu işleri
yapmamız gerekir. Toplumsal uyumla ilgili normal sorunların
dışında sevgi ve evlilik, her iki taraftan da olağanüstü
bir duygudaşlık, karşısındakiyle özdeşleşme bakımından
olağanüstü bir yetenek ister. Toplumsal ilginin içyüzünü
kavrayan bir kimse, sevgi ve evlilik sorunlarının da, ancak
tam bir eşitlik ve aynı haklara sahip olma ilkesi temel alınarak
doyurucu biçimde çözülebileceğini bilir. Tek başına
sevgi sorunları çözemez; ancak sağlam bir temele dayanan
eÅŸitlik ilkesi, sevginin gereken yolu izlemesini saÄŸlayacak
ve evliliÄŸi baÅŸarıya götürecektir”. (Adler, 1984)

(1) Kuruluş: Bu dönem evlilikle başlar ve ilk çocuğun doğuşuna
kadar sürer. Evlilik, bekarlık rollerinden evli çift rollerine geçişi
gösterir. Bu yeni rol çiftin hirbiri ile, kendi anababaları ile, diğer
çiftlerle ve bir bütün olarak toplumla olan ilişkilerini etkiler. Evlilik
bir bakıma eski rollerden gelecek rollere geçişi simgeler. Evliliğin ilk
döneminin en önemli görevi, her iki kişiyi de mutlu edecek ortak bir yaşam
biçimi bulmak, doyurucu cinsel etkileşimı örüntülerini keşfetmektir.
Ortak kararlar alma, aile sorumluluklarını paylaşma, çatışmaları
çözme yollarını öğrenme görevleri de yeni çift için çok önemlidir.
Romantik görüşlere karşın evliliğin ilk yılları en çetin yıllardır, bu
yıllardaki düşkırıklığı ve karşılıklı toplumsallaşma başarısızlığı erken
boşanmaların nedenidir. Boşanmaların özellikle ikinci ve dördüncü
yıllarda en üst düzeyde olduğu, boşanma olasılığının evliliğin uzunluğu
ile düşüş gösterdiği bulunmuştur. Evliliğin ilk yıllarındaki sorunlar
çoğunlukla yaşam koşulları, maddi durum. seks, genel uyumsuzluk,
anabaha müdahalesi olarak belirmektedir. Koller, ilk yıllarda boşanmanın
büyük ölçüde çiftlerin evlilikten gerçek olmayan beklentileri
sonucu ortaya çıktığını belirtmektedir. Birdwhitsell, sorunun çiftlerden
çok toplumdan kaynaklandığını, toplumun evlilik kurumunu
idealleştirdiğini ve sorunu olmayan bir yaşantı olarak sunduğunu ileri
sürmektedir.

Evliliğin ilk yıllarında cinsel ilişki sıklığı yüksektir ve Kinsey
verilerine göre yaşla düşmektedir. Yaşa bağlı düşüş daha çok erkek
örüntüsünü yansıtmaktadır; çünkü evli ve bekar erkeklerde orgazm
sıklığı düşüşleri koşutluk gösterirken, bekar kadınlarda yaşla çok az
değişim gösterdiği görülmektedir. Genel orgazm sıklığı kadınlarda 31-35
yaşları arasında, erkeklerde ise 21-30 yaşları arasında en yüksek
düzeye çıkmaktadır.

(2) Yeni anababalar: Evlilikte ikinci dönem anababalıktır;
gebelik ve ilk çocuğun doğumuyla başlar ve karıkocalıktan anababalığa
doğru bir rol değişimini içerir. Bu noktaya kadar çift oldukça
oturmuş bir ilişki gerçekleştirmiştir, ancak üçüncü kişi olan bebeğin
aileye katılması eski dengeyi bozabilir ve bu kesinti de kızgınlık ve
kıskançlık yaratabilir. Le Masters evliliğin bu dönemini incelemiş ve
ailelerin % 83’ünün ilk çocuÄŸun doÄŸumu ile yoÄŸun bir bunalım yaÅŸadıklarını
bulmuÅŸtur. Le Masters’a göre bu bunalım evresinin nedeni,
kötü evlilik, kişilik uyumsuzluğu, bebeğin istenmemesi değil, çiftin bu
yeni rol için hazırlığa sahip olmamasıdır. Anababa olmayı romantikleştiren
çiftler, bebek alışılagelen düzeni bozan biri olarak ortaya çıkınca
bunalım yaşamaktadırlar. Bu bunalıma, anababa oluşla birlikte
yetişkinliğe en son adımın atılmış olması ve yetişkin sorumluluklarının
bilinci de katkıda bulunuyor olabilir. Knox anababa rolüne uyumsuzluk
nedenlerini şöyle özetlemektedir: Gebeliğe karşı olumsuz tutumlar,
anababalığa ilişkin yetersizlik duyguları, bebekle deneyim
yoksunluÄŸu, rol deÄŸiÅŸimini kabule istekli olmamak.

(3) Okulöncesi ailesi: Ailedeki ilk çocuk şimdi üç ile altı yaşları
arasındadır. İkinci bir çocuk doğmuş olabilir ve onunla ilgili sorunlar
da önemli olabilir (ama her dönemde ailenin ilk deneyimine dayanmakta
açıklama açısından kolaylık vardır). Bu dönemin görevleri,
eşler arasındaki yakın ilişkiyi sürdürürken, genişleyen aile için yer,
maddi olanak bulmak ve çocukları yetiştirmektir. Çocuk yetiştirme
görevi özellikle önemlidir; besleme, toplumsallaştırma, en üst düzeyde
duygusal gelişime olanak sağlama görevlerini içerir. Anababalar,
çocuklarıyla tam bir insan olarak etkileşime girebilmek için büyüyen
çocuklarıyla birlikte değişebilmelidirler. Toplumsallaşma süreci içinde
anababalar çocuklarına toplumun değer ve kurallarını öğretirken,
kendileri de çocukları tarafından toplumsallaştırılırlar. Nasıl anababa
olunacağını öğrenmenin karmaşık süreci içinde çocuklar ve anababalar
birlikte büyürler. Bazen anababalar çocuklarını en doğru biçimde
yetiştirme konusunda kaygı duyarlar, bu doğal ve gerçekçi bir kaygıdır.
Ancak çocukların da oldukça dayanıklı varlıklar olduklarını ve
güç koşullarda bile büyüyüp gelişmeyi başardıklarmı unutmamak gerekir.
Çocuklara mutlaka mükemmel anababalar gerektiğini söylemek
doğru olmaz. Belki anababalar için en iyi yöntem, kendileri ve çocukları
için en gerçekçi ve etkili yolu kendilerinin seçmesidir.

(4) Okulçağı ailesi: Bu dönem ailenin en büyük çocuğunun
okula başlamasıyla başlar. Bu dönemde sıklıkla görülen bir değişim
annenin yeniden işe dönmesidir. Hoffman, annenin çalışmasının anne-çocuk
ilişkisi üzerindeki etkilerini araştırmış ve annenin çalışma karşısındaki
tutumunun, çocuğun anneye olan tepkisini ve annenin çocuğa
karşı davranışını, çalışıp çalışmamasından daha fazla etkilediğini
bulmuştur. Başka bir deyişle, çalışan ve işlerini seven anneler, çocuklarına
daha iyi davranmakta, buna karşılık çalışan ve işlerini sevmeyen
anneler çocuklarıyla daha az ilgilenmekte, çocuklar da anneye
düşman olmaktadırlar. Aynı gerçek çalışmayan anneler için de geçerlidir,
çünkü çalışmadıkları için kendilerini kapana kısılmış hissediyorlarsa
çocukları da bundan olumsuz etkilenmektedir.

(5) Ergen çocuklu aile: Bu dönem en büyük çocuğun erinliğe
ulaşmasıyla başlar. Bu dönemde aile ekonomik yönden oldukça dengelenmiştir,
aile genellikle büyüklük sınırlarına ulaşmıştır, bütün üyeler
aynı evde yaşamaktadır. Bu dönemin temel konuları, çocuklar için
okul, meslek ve eş seçimi üzerinde yoğunlaşır; çocuklarda cinsellik,
bağımsızlık ve hareketlilik gitgide artar; sigara, alkol, uyuşturucu kullanma
kaygıları ortaya çıkar. Bu sorunlar ailede bunalımlara yol açabilir,
ergenlerle birlikte anababalar da bundan etkilenir. Aile içindeki
kuşak çatışması toplumdaki kuşaklar çatışmasından daha küçük çaplıdır,
çünkü ailedeki kuşaklar birbirlerine daha fazla benzerler. Araştırmalarda
gençler genellikle hem kendi kuşaklarıyla, hem de aileleriyle
dayanışma duygusu içinde olduklarını belirtmektedirler. Aile içindeki
kuşak farklılığı, -ailenin toplumsallaşma ve kültürel aktarım konularındaki
güçlüklerini yansıtmaktadır. Bengston’a göre, gençler kuÅŸaklar
arasında algıladıkları farklılıkları abartırken, anababalar -özellikle büyük
anababalar- aynı farklılıkları küçümsemek eğilimindedirler.

(6) Yerleştirme yeri olarak aile: Bu dönem çocukların evlenme
ya da ayrı yaşama yoluyla evden ayrılmalarını içerir. Bu dönemde
aileler çocuklarını bırakmakta, dünyaya yerleştirmekte, çocuklar da
daha fazla bağımsızlık ve özerklik kazanmaktadırlar. Bu dönem anababalar
için, özellikle, ilgisini o zamana kadar ailesi üzerinde odaklaştırmışsa
anneler için sıkıntılı ve zor bir dönemdir. Çocukların ayrılması
anneler için önemli bir rol değişimini gerekli kılar. Üstelik bu
durum çoğunlukla annenin menopoz sıkıntıları dönemine rastlar. Bu
biyolojik deÄŸiÅŸim “boÅŸ yuva” olgusuyla birleÅŸince kadınlar için bunalım
başlar. Üstelik bu dönemde koca da mesleğinin tepe noktasına
çıkmak için uğraşıp durmakta ve karısından uzak kalmaktadır. Bu
olayların etkileşimi karıkoca için psikolojik bir bunalım kaynağı olabilir.
Diğer bir etken de kadınların cinsel ilgilerindeki artıştır, oysa kocalar
işleri nedeniyle cinsel yakınlığa daha az ilgi duyarlar.

(7) Anababalık sonrası aile: Son çocuğun aileden ayrılmasından
sonra ortaya çıkan dönemdir. Pineo, evlilik mutluluğunun 20-25
yıllık çocuk yetiştirme süresince ilk yıllara göre gitgide azaldığını
bulmuştur; Deutscher ise, anababalık sonrası evlilik mutluluğunun önceki
dönemlerden daha az olmadığını belirtmektedir. Rollins ve Feldman,
evlilik mutluluğunun çocukları yerleştirme döneminde azaldığını, ama
anababalık sonrası dönemde arttığını saptamaktadır. Bu dönemde karşılaşılan
sorunların başında, çiftlerin yaşlanan anababalarına bakmaları,
daha sonra da onların ölümünün yarattığı duygularla başa çıkmaları
sorunu gelmektedir. Bir başka sorun da, anababaların artık
büyükanne ya da büyükbaba olmaları ve bunun gerektirdiği rol değişimini
göstermeleridir.

(8) Yaşlılık ailesi: Bu son dönem kocanın emekli olmasıyla
başlar, karısı çalışıyorsa o da aşağı yukarı aynı zamanlarda emekli
olacaktır. Emeklilik ve ortaya çıkan boş zamanın değerlendirilmesi bu
dönemin en önemli sorunlarıdır. Gelir düşüşü yaşam düzeyinde de düşüşe
neden olmaktadır, sağlık sorunları da bütün bu sorunlara eklenmektedir.

Buraya kadar yapılan açıklama yaşam döngüsünün tümünü kapsamakla
birlikte, orta yıllara ve yaşlılığa ilişkin açıklamalar kısa tutulmuş
ve ayrıntılar ilgili bölümlere bırakılmıştır. Bütün bu açıklamaların
aile olgusu çerçevesinde yer aldığı açıkça görülmektedir. Oysa
yetişkinler için aile dışında da birtakım yaşama biçimleri olabileceği
kuÅŸkusuzdur.

:::::::::::::::::

2. Seçenek Yaşam Biçimleri

Genç yetişkini aile yaşamı döngüsü içinde düşünmek alışılagelmiş
bir yoldur. Oysa bundan farklı ve en azından sözü edilen aile
yaşam biçimleri kadar geçerli olan yaşam biçimleri de vardır. Hiç evlenmemiş
yetişkinler (bekarlar), önceden evli olanlar (dullar, boşanmışlar,
ayrı yaşayanlar), çocuksuz çiftler, komün yaşamı sürdürenler
bu seçenek yaşam biçimlerini oluştururlar.

A. Tek yaşayanlar. Tek yaşayan yetişkinler, hiç evlenmemiş,
dul kalmış, boşanmış ya da ayrı yaşayan kişilerdir. Ancak bu insanlar
üzerinde fazlaca araştırma yoktur, bilgilerin çoğu nüfus sayımı verilerinden
derlenmektedir. Ãœstelik tek yaÅŸayan kiÅŸiler konusunda olumsuz
bir söylence de geliştirilmiştir. Örneğin, tek yaşayan kadınların kadınlık
yönünden yetersiz, duygusal açıdan sorunlu oldukları söylenegelmiştir.
Oysa Bernard’ın araÅŸtırması, bekar kadınların evli kadınlara
oranla daha üst düzeyde ruh sağlığına sahip olduklarını göstermektedir;
otuz yaşın üstündeki kadınlar içinde evli olanların bekar olanlardan
daha fazla psikolojik sorunları vardır. Bekar kadınlarla ilgili bir
başka söylence de, hızlı ve seks dolu bir yaşam yaşadıkları yönündedir.
Oysa Starr ve Carns’a göre, birçok bekar kadın daha geleneksel bir
yaşam sürdürmektedir, iyi bir ev ve iyi bir iş gibi geleneksel değerler
peşindedir. Aynı şekilde bekar erkekler konusunda da çeşitli kalıpyargılar
söz konusudur. Ancak birinciler için olumsuz olan söylenceler,
ikinciler için olumludur: Bekar kadın güçsüz, yitirmiş bir kişidir, bekar
erkek ise güçlüdür, özgürdür, kazançlıdır. Buna karşılık araştırmalar
bekar erkeklerin evlilere oranla daha fazla fiziksel ve psikolojik
sorunlardan yakındıklarını ortaya koymaktadır (Schiamberg ve Smith, 1982).

Araştırmalar hiç evlenmeyen insanların son yıllarda arttığını
göstermektedir. Sonuçta mutlaka evlenecek kişiler bunu kırk yaşından
önce yapmaktadırlar. Hiç evlenmeyen erkeklerin gelirleri daha büyük
bulunmuştur. Gelir ve eğitim düzeyi yüksek kadınlarda hiç evlenmeme
oranı daha yüksektir. Erkekler genellikle daha düşük sosyoekonomik
düzeyden kadınlarla evlendikleri halde, kadınlar daha düşük eğitim
ve sosyoekonomik düzeyden erkeklerle evlenmiyorlar. Evlilik için
toplumsal baskı yoğun olduğu için, hiç evlenmeyenlerin ne kadarının
bunu kendi seçimleriyle belirledikleri bilinemiyor.

Gelişimsel açıdan önemli olan nokta, evli olmayan yetişkinlerin
yaşamındaki dönüm noktalarını belirlemektir. Kesin veriler olmamakla
birlikte, belki de bu dönüm noktalarını meslek ya da aşk ilişkileri
oluşturmaktadır. Boşanma ve dulluk gibi olaylar daha önce evli olanlar
için dönüm noktası olarak kabul edilebilir.

Evliliğin boşanma ya da ayrılma ile sona ermesi kişisel ve toplumsal
nedenlere baÄŸlı olarak ortaya çıkar. Duvall’e göre, evliliÄŸe iyi
hazırlanmamış, anababasından kurtulmak için evlenmiş, farklılıkları
hoşgörüyle karşılayamayan, mutsuz ya da boşanmış anababası olan
kişiler, çocuksuz olanlar ve gebe gelinler arasında daha fazla boşanma
görülmektedir. Öte yandan, eğitim, ırk, din, yaş, gelir düzeyi gibi toplumsal
farklılıklar da boşanmayı kolaylaştırmaktadır. En fazla evlilik
sorunu olan yıllar doğal olarak boşanmanın da en yoğun olduğu yıllardır.
20 yaşından önce evlenenlerde boşanma oranı daha yüksektir. En
fazla boşanma evliliğin üçüncü yılında yer almaktadır, ayrılmaların en
yüksek noktası da evliliÄŸin ilk yılıdır. Bütün boÅŸanmaların % 40’ı beÅŸ
yıldan daha az evli çiftlerde görülmektedir (A.B.D. Nüfus Bürosu,
1975). Boşanma nedenleri konusunda büyük farkılıklar görülmektedir.
En önemli nedenin mutsuzluk olduğu ileri sürülmektedir. Bazen tedirgin
ve mutsuz insanlar evliliğe bu sorunlarını çözme beklentisiyle
girmektedirler, oysa evlilik duygusal yönden yerleşmiş ve kimliğini sağlam
bir biçimde kurmuÅŸ insanlar gerektirmektedir. Pinard’a göre, boÅŸanmış
insanların çoğu gergin, sinirli, depresyonlu, aşırı eleştirici ve
genelde uyum sorunları olan kişilerdir. Boşanmada bir diğer etken de
anababalık evresinde rol değişimini benimseyememe sorunudur. Eşle
birlikte yaşamaya yeterince uyum gösterememiş yetişkinler anababalık
rollerinden olumsuz yönde etkilenmektedirler.

Araştırmalar boşanmış insanın yaşam biçimi konusunda çok az
bilgi vermektedir. Erkeklerin yarısı yalnız, kadınların yarısı da
çocuklarıyla yaşıyor, genç olanlar kendi ailelerine dönüyorlar, orta
yaşlılar yalnız yaşamayı seçiyorlar. Ancak bu bilgiler birey için boşanmanın
anlamının ne olduğu konusunda yetersiz kalıyor. Boşanma yeniden
toplumsallaşmayı gerektiriyor ya da yeniden evlenmeyi içeriyor olabilir.
Boşanma duygusal ve fiziksel zorluklar içerebilir ya da yeni yaşam
biçimi bu zorluklara neden olabilir. Evlenmenin rol değişimini gerektirmesi
gibi, boşanma da rollerde ve statüde belirgin değişikliklere yol
açar. Bu durumda bütün toplumsal bağların yeniden düzenlenmesi gerekmektedir.
EvliliÄŸin aksine boÅŸanma, toplumsal normlarla belirlenmiÅŸ
kurumsal bir geçiş değildir. Birey normatif ipuçları olmadan ve
dışardan pek yardım görmeden yeni rollerini kendisi düzenlemek zorundadır.
Çoğu zaman boşanmayla birlikte bir tür başarısızlık duygusu
da yaşanır. Yeni ilişkiler kurmada ve bunları -varsa- çocuklara açıklamada
birtakım zorluklar vardır. Gluck’un araÅŸtırması, boÅŸanmışların
% 75’inin beÅŸ yıl içinde yeniden evlendiÄŸini ve % 60’ının boÅŸanmışlarla
evlendiğini göstermektedir. Genellikle ikinci evlilikler daha mutlu
olarak nitelendirilmektedir.

Evlilikler boşanma ya da ölümle, sonuç olarak çiftlerden biri için
dullukla sonuçlanır. Yaşam süresinin uzaması dulluk süresini de uzatmıştır.
Kadınlar erkeklerden daha uzun yaşadıklarından ve genellikle
kendilerinden daha yaşlı erkeklerle evlendiklerinden dulluk süreleri de
daha uzundur. Dulların büyük çoğunluğu 65 yaşın üstündedir ve bu
yaştan sonra evlenmeleri onaylanmadığı için yalnızlık en büyük sorunlarıdır.

B. Birlikte yaÅŸayanlar: GeliÅŸmiÅŸ ülkelerde özellikle 1960’ların
sonlarına doÄŸru birlikte oturma eÄŸilimi yaygınlaÅŸmıştır. 1980’lere
gelindiğinde 15-44 yaşlar arasındaki her üç Amerikan kadınından birinin
bir erkekle evlenmeksizin birlikte yaşadığı görülmektedir. Bu tür ilişki,
geçici birliktelikten evliliğe giden sürekli birlikteliğe kadar değişik
biçimler gösterebilmektedir. Birlikte yaşayanların çoğu bir yıl içinde
evlenmekte ya da iliÅŸkiyi bitirmektedir. Birlikte yaÅŸama, iliÅŸkinin evlilik
için yeterince güçlü olup olmadığını sınama yolu olarak görülebilir.

C. Çocuksuz çiftler: Seçenek yaşam biçimlerinden biri de çocuksuz
çiftlerle ilgilidir. Bu grup istemediği ya da sahip olamadığı
için çocuksuz olan çiftleri içerir. Bu grup da tıpkı bekarlar, dullar ya
da evlenmeden birlikte yaşayanlar gibi toplumsal baskı altındadır;
çünkü toplum evliliği ancak çocukla birlikte düşünmektedir. Çiftler
çocuk sahibi olmamaya çeşitli nedenlerle karar vermiş olabilirler. Eşlerden
her ikisi de çocukla kesintiye uğramasını istemediği işlere sahip
olabilir; çocuk yetiştirmenin sorumluluğunu istemeyebilir; çocuklarına
geçirmek istemedikleri genetik bir özürleri olabilir; anababalık
rolüyle ilgilenmiyor ya da bu role uygun olmadıklarını düşünüyor
olabilirler vb.

D. Eşcinseller: Freud bir eşcinselin annesine yazdığı mektupta
şöyle demektedir: “EÅŸcinsellik elbette bir avantaj deÄŸildir, ama utanılacak
bir kusur, bir aşağılanma da değildir, bir hastalık olarak da
sınıflanamaz. Eskilerde ve günümüzde pek çok saygıdeğer kişi eşcinseldi,
aralarında (Platon, Michelangelo, Leonardo da Vinci, vb.) sayısız
büyük adam vardı. Eşcinselliği bir suç gibi cezalandırmak çok büyük
bir adaletsizliktir ve de zalimlik…

Kamuoyunda, karşıcinseller ve eşcinseller olmak üzere iki tür insan
olduğu kanısı yaygındır. Gerçekte ise, karşıcinselliği ve eşcinselliği
aynı süreklilik üzerinde kutuplar olarak görmek daha doğrudur.
ÇoÄŸu bilim adamı, karşıcinsel ya da eÅŸcinsel “bireyler” deÄŸil, karşıcinsel
ya da eÅŸcinsel “uygulamalar” olduÄŸunu kabul etme eÄŸilimindedir.

Psikanalizci Ä°rving Bieber’e göre, eÅŸcinsellik raydan çıkmış
karşıcinselliktir, temelinde de babanın etkisiz, annenin egemen olduğu aile
yapısı vardır. Buna karşılık Michael Schofield, bu çok yaygın varsayımın
doğru olmadığını, eşcinsellerin geçmişinin çok büyük bir
farklılık gösterdiÄŸini söylemektedir. Schofield’e göre, eÅŸcinseller
arasındaki farklılık, eşcinsellerle karşıcinseller arasındaki farklılıktan
çok daha büyüktür. Eşcinselliği açıklamaya çalışan diğer kuramlar da
(fiziksel yapı ve mizaç kuramları, biyolojik ve hormonal yapı kuramları,
öğrenme kuramları) başarılı bir sonuca ulaşabilmiş değildir. Sonuç
olarak, uzmanların hepsi şimdilik en iyi yolun eşcinsellik karşısında
açık görüşlü olmak ve gelecekteki araştırmaları beklemek olduğunda
birleÅŸmektedir.

Bu bölümün sonuna bıraktığımız temel bir tartışma konusu da,
tekeÅŸlilik, (monogamy) sorunudur. Kimmel’in (1974) dediÄŸi gibi, “Hemen
hemen bütün insanlar görünüşte aile denemesine girişmekle birlikte,
çoğu eğer olanakları olsaydı ailenin değerli bir kurum olup olmadığını
ve bu denemeye girişerek, değişimlere uğramaya ve ölmeye
deÄŸip deÄŸmediÄŸini tartışırlardı.”

Murdock’a göre, tekeÅŸlilik bütün toplumlarda var görünüyorsa
da, onun incelediği 238 toplumdan aşağı yukarı sadece beşte biri tam
anlamıyla tekeşlidir. Dolayısıyla tekeşli yaşamın bütün insanlar için
en uygun yaşam biçimi olduğu söylenemez. Günümüzde nüfus patlamasıyla
birlikte “deneysel” yaÅŸam biçimlerine duyulan ilgi ve hoÅŸgörünün
de arttığı görülmektedir. Üstelik, evliliğe uygun olup olmadığına
bakılmaksızın, herkesin evlenmesi için yapılan toplumsal baskı
azalırsa boşanma oranının da büyük ölçüde düşeceği söylenebilir.

Ä°nsanlar genellikle evliliÄŸe girerken de, evliliÄŸi bozarken de tekeÅŸliliÄŸi
tartışmaktansa kişileri tartışmayı yeğlemektedirler. Evliliğin
kurulmasında ve yıkılmasında bireysel etkenlerin varlığı ve rolü kuşku
götürmez, evlilikte ortaya çıkan mutluluğu ya da mutsuzluğu kendi
psikolojik gelişimimiz ölçüsünde biz yaratırız. Ancak öte yandan, evlilik
ve aile toplumsal kurumlardır ve bizi bireysel irademiz dışında
yönetmektedirler. Kurumlaşmış tekeşlilik bireysel sevgi temeline dayanıyor
gibi görünse de, aslında cinsel içgüdüyü denetim altında tutmak,
üretim güçlerini güvence altına almak, kadını erkeğe bağımlı
kılmak türünden toplumsal gerekçelere dayandığı düşünülmektedir.
Ancak bu tür yorumların somut değişimlere dönüşemediği de açıktır.

Amerika BirleÅŸik Devletleri Nüfus Bürosu’nun belirttiÄŸine göre,
bu ülkede 1960’da kadınların yüzde 72’si ve erkeklerin yüzde 47’si 20-24
yaÅŸlar arasında evleniyordu; 1990’da ise kadınların yüzde 34’ü ve
erkeklerin yüzde 21’i aynı yaÅŸlar arasında evlenmektedir. Bu durum
günümüzde evliliği erteleme konusunda güçlü bir eğilim olduğunu
göstermektedir. Evliliği erteleme eğilimi kısmen üniversiteye gitme
oranındaki artışla ilgilidir. Gclişmiş ülkelerde evlilik olmadan birlikte
yaşama olanağı da evlenmeyi ertelemeye yol açmaktadır. Boşanma
oranının artması ve tek yaşamanın gitgide kabul görmesi de evlenmeyi
geciktiren nedenler arasındadır (seçenek yaşam biçimleri burada
anımsanabilir). Sonuç olarak, günümüzde evliliğe daha gerçekçi ve
akılcı nedenlerle yaklaşıldığı söylenebilir.

:::::::::::::::::

3. Ä°ÅŸ ve Meslek

İnsan yaşamının diğer dönemleri gibi yetişkinlik de ancak içinde
ortaya çıktığı toplumsal bağlamlarda anlaşılabilir; iş ve meslek yaşamı
da bunlardan biridir. Hem kadının hem de erkeğin yaşam süresinde
çalışma en önemli yeri tutar (ancak, çalışma konusunda bilinenlerin
çoğunun erkeğin çalışmasına ilişkin olduğunu hemen belirtmek gerek).

İnsanların neden çalıştıkları konusunda pek çok neden ileri sürülebilir
ve bu soruşturmanın sonu gelmez. Ancak çalışmanın insan mutluluğunun,
yaşam doyumunun, ruh sağlığının temellerinden biri olduğuna
da hiç kuşku yoktur. Nitekim Freud bir konuşmasında ruh sağlığının
temeli olarak “sevme ve çalışma”yı göstermiÅŸtir.YaÅŸamın bu
iki alanı yetişkinlik yıllarının temelini oluşturur.

A. Çalışmanın Anlamı

Erikson’un geliÅŸim kuramında “yakınlığa karşı yalıtılmışlık” ve
“üretkenliÄŸe karşı durgunluk” evreleri çalışma yaÅŸamına da denk düşer.
Uzun süren bu evreler sadece iş alanındaki üretkenlik ve yaratıcılığı
değil, aynı zamanda yeni kuşaklar üretmeyi, onları yetiştirmeyi ve
sorunlarıyla ilgilenmeyi de içerir. Böylece bireysel çalışma, iş
ilişkilerine, aile yaşamına ve tüm topluma uzanan çok geniş bir etkileşim
alanını kapsar.

1) Kimlik ve üretkenlik: Erkekler ve kadınlar için “iÅŸ” uzun
süren bir fiziksel ve duygusal enerji yatırımını gerektirmektedir. Erkek
için de kadın için de bu yoğun uğraş, ergenlik yıllarının kimlik
bunalımının çözüldüğünü ve artık genç yetişkinliğe geçildiğini gösterir.
Meslek ve aile yaşamındaki başarı bireyin kimlik duygusunu
güçlendirdiği gibi bu kimliğe toplumsal bir temel de sağlar. Bireyin
işi onun kimliğinin belirgin bir parçasıdır ve adı, cinsiyeti ve uyruğuyla
birlikte kimliğini belirtmede önemli bir rol oynar. Kimlikle meslek
arasındaki bu sıkı baÄŸ özellikle “doktorum”, “avukatım”, “polisim”,
“sanatçıyım” gibi anlatımlarda daha da belirgindir. Meslek aynı
zamanda toplumsal sınıfı ve eğitim düzeyini de gösterir. Meslek rollerine
girmek yetişkinliğe girmeyi belirttiği gibi, işten alınan doyumu
da belirtir. İş rolündeki sıkıntı ve doyumsuzluklar, bir tür ketlenme ve
Erikson’un deyiÅŸiyle “üretkenlik bunalımı” olarak görülebilir. Bu duygusal
bunalım daha önceki yıllara ilişkin kimlik bunalımıyla ilişkilidir,
ancak yetiÅŸkinlik döneminde “ben kimim?” sorusu yerine, “ben
ne yapıyorum?” sorusu sorulur.

Derin doyum ve başarı duygusu ya da sıkıntı ve yetersizlik duygusu
bireyin yaşamının diğer alanlarını da etkiler. Aile ile iş arasındaki
etkileşim çoğunlukça bilinen ve yaşanan bir olgudur. Başka bir
deyişle, işteki sıkıntı ailenin önemini arttırır. İşteki doyumsuzluk aile
yaşamında ödünlenmek istenir, sonuçta sıkıntı bütün aile bireylerine
yansır, aile bu yükü kaldıramaz hale gelir ve aile bunalımları yaşanır.
Öte yandan, doyumsuz bir aile ilişkisi ve uyumsuz evlilik de işin doyum
yeri olarak görülmesine yol açabilir. Bu durumda iş, aile sıkıntılarından
uzaklaşmak için başvurulan bir kaçış yeridir. İkinci bir iş edinerek,
geç saatlere kadar çalışarak, iş yolculuklarına çıkarak işi doyum
kaynağı yapmaya çalışılır. Bazen de işinde yükselmek isteyen
biri iş ve aileyi rekabet alanı haline getirebilir, bu da aile içi gerilimi
artırabilir. Özellikle kadının çalışmadığı ailelerde, bu durumda kadın
ihmal edildiğini ve eve hapsedildiğini, erkek de karısı ve ailesi tarafından
engellendiğini ileri sürer; sonuç, eşlerin birbirine yabancılaşmasıdır.
Aslında ailedeki bu yabancılaşma bireyin işteki yabancılaşmasının
bir uzantısıdır.

2) Yabancılaşma: İş ve yabancılaşma olgusuna ilişkin açıklamalar
özelliklc Erich Fromm’un yapıtlarında yer almaktadır. Fromm’a
göre yabancılaÅŸma, “kiÅŸinin kendisini bir yabancı gibi hissettiÄŸi yaÅŸantı
biçimidir. kişi kendisiyle ve dış dünyayla üretici bir ilişki içinde
deÄŸildir”. YabancılaÅŸma durumunda, “insanın kendi eylemleri, onun tarafından
yönetilmek yerine, onun üstünde, ona karşı işleyen yabancı
bir güç olup çıkar.” Böylece insan, kendini kendi zenginliÄŸinin etkin
yaratıcısı olarak değil de, kendini kendi dışındaki güçlere kaptırmış
zavallı bir nesne olarak algılar. Fromm’a göre çaÄŸdaÅŸ toplumda yabancılaÅŸma
hemen her yeri kaplamış bir olgudur, özellikle çalışma ve
iş yaşamı etkilenmektedir bundan. Fromm (1982) bu durumu şöyle
betimlemektedir:

“Hem kiÅŸiliÄŸin hem de malların satıldığı pazarda deÄŸerlendirme
ilkesi aynıdır. Birinde satışa sunulan, kişilikler;
ötekinde ise, mallardır. (…) BaÅŸarı büyük ölçüde, insanın
kendisini pazarda ne kadar iyi sattığına, kişiliği ile ne kadar
iyi rol yaptığına, dış görünüşünün etkililiÄŸine, örneÄŸin ‘neÅŸeli’,
‘saÄŸduyulu’, ‘saldırgan’, ‘güvenilir’, ‘tutkulu’ olup olmadığına
baÄŸlıdır. (…) BaÅŸarı büyük ölçüde insanın kiÅŸiliÄŸini
ne kadar iyi sattığına dayandığına göre, birey kendisini
bir mal ya da daha çok, hem satıcı hem de satılacak mal olarak
görür. (…) ÇaÄŸdaÅŸ insan kendini aynı zamanda hem pazardaki
satıcı hem de satılacak mal olarak gördüğünde, özsaygısı,
denetiminin dışıdaki koşullara dayanır. Eğer başarılıysa
deÄŸerli, baÅŸarısızsa deÄŸersizdir.” (Fromm, 1982).

Çalışmaya yüklenen anlamın ve iş doyumunun en güvenilir belirtilerinden
biri ÅŸu soruya verilen yanıtta ortaya çıkar: “HerÅŸeye yeniden
baÅŸlayabilecek olsaydınız hangi iÅŸe girmek istersiniz?” 1972’de
ABD’nde iÅŸe yabancılaÅŸma konusunda ülke çapında yapılan bir araÅŸtırmada,
beyaz yakalı işçilerin sadece % 43’ü ve mavi yakalı işçilerin
sadece % 24’ü aynı iÅŸi seçeceklerini söylemiÅŸlerdir. 1979’da Michigan
Ãœniversitesi’nce yapılan baÅŸka bir araÅŸtırmada işçilerin sadece % 46,7’si
iÅŸlerinde “çok doyumlu” olduklarını, % 60’ı baÅŸka bir iÅŸi yeÄŸleyeceklerini,
% 61’i yaptıkları iÅŸi arkadaÅŸlarına tavsiye edebileceklerini
belirtmişlerdir. Sonuç olarak, hemen hemen her işin kimi insanlara
sıkıcı geldiği söylenebilir. İş doyumunun, işi tutkuyla yapmak gibi bireysel,
kararlara katılmak gibi toplumsal etkenlere bağlı olduğu da
anlaşılmaktadır. Ayrıca, yaşlı kişilerin genç kişilerden daha fazla
işlerinde doyum buldukları araştırmalarda ortaya çıkmaktadır (Vander
Zanden, 1981).

Çalışmanın anlamı ile ilgili bir sorun da, kadınların ev işinin
“gerçek iÅŸ” sayılmamasıyla ilgilidir. HerÅŸeyin deÄŸerini paranın belirlediÄŸi
bir toplumda kadınların ev işi küçümsenmektedir, çünkü parasal
girdisi olmayan bir iştir. Öte yandan, her şeyi erkeklerin belirlediği bir
toplumda kadınların ev iÅŸi onların “doÄŸal” bir görevi, varoluÅŸlarının
vazgeçilmez bir yönü olarak görülmektedir. Günümüzde bu tür geleneksel
kalıpyargıları aşmaya çalışan toplumlarda, kadınların ev işine
de ücret ödenmesi, evde çalışan kadınların da iş sigortasına bağlanması
ve emeklilik hakkına kavuşması söz konusu edilmektedir.

3) Kadınların çalışması. Yakın zamanlara kadar evinde oturması
gerektiği düşünülen kadınlar, bugün birçok ülkede ulusal
işgücünün yaklaşık yarısını oluşturmaktadırlar. Amerikalı ekonomist
Eli Ginzberg, kadınların son birkaç yılda işgücüne hızla katılışını
“yüzyılımızın en önemli olgusu” olarak nitelemektedir. Ancak, kadın
işgücünün genişlemesi ekonominin geleneksel yapısında hala çözüm
bekleyen bir yığın sorunu da birlikte getirmiÅŸtir. 1984’te Fransa Kadın
Hakları Bakanı Yvette Roudy, “Kadınlar daha önce de pek çok sanayi
devrimiyle randevuyu kaçırmışlardır. Umarım, birkez daha yolun kenarında
durup gelişime seyirci kalmazlar. Fakat öyle bir dönemde bulunuyoruz ki,
erkeklerle kadınlar arasındaki rol ve görev bölüşümü
kültürlere yerleşmiştir. Erkek çocuklar için 300 meslek varken, kız
çocuklar için sadece 30 meslek yolu bulunmaktadır” demektedir.

Kadınların iş dünyasında karşılaştıkları ilk sorunlardan biri, her
zaman, ücret düzeyinin en düşük olduğu sektörlerde çalışmak zorunda
kalmalarıdır. Bunun temel nedeni, daha başlangıçta kadınların ileride
yüksek ücret getirmeyecek ve yükselme olanağı sağlamayacak öğrenim
dallarına ve mesleklere yöneltilmeleridir. Kadınlar, dil, edebiyat, tarih
gibi insan bilimleri dallarına, öğretmenlik, hemşirelik, sekreterlik gibi
hizmet kollarına itilmektedirler; mühendislik, diplomatlık, yüksek düzeyde
yöneticilik, üniversite öğretim üyeliği, parlamenterlik, sendika
liderliği gibi alanlara kadınlar hala yaklaşamamakta ya da pek az ve
güçlükle girebilmektedirler. Sorumluluk gerektiren yüksek görevlerde
bulunan kadınların oranının gelişmiş Batı ülkelerinde bile henüz
çok ağır bir tempoyla değiştiği bilinmektedir (bk. Tablo 14).

Tablo 14

Kadınların Çalıştığı Sektörler

(1982 verileri, %)

Ãœlkeler – Tarım – Endüstri – Hizmet

Alm. Fed. Cumhuriyeti – 7,0 – 25,5 – 65,5

Fransa – 6,0 – 21.1 – 78,8

Ä°talya – 13,3 – 26.9 – 59,9

Hollanda – 2,5 – 12.1 – 85,4

Bel̤ika Р1,7 Р16.0 Р82,3

Lüksemburg – 5,2 – 12.6 – 79,1

Ä°ngiltere – 1,2 – 19,7 – 79,1

Ä°rlanda – 5,6 – 20,1 – 74,3

Danimarka – 5,5 – 13.5 – 81,0

Yunanistan – 41,6 – 18,2 – 40,2

AET 10 üye – 7,0 – 22,5 – 70,5

Kaynak: Avrupa Dergisi, No. 93, 1984.

Kadınların iş dünyasında yaşadıkları bir başka sorun, işsizlik bunalımı
karşısında kadınların daha elverişsiz durumda bulunmalarıdır.
Erkekler için iÅŸsizlik oranı % 10 iken, kadınlar için % 15′ tir. Avrupa’da
kadın iÅŸsizlik oranı erkek iÅŸsizlik oranından Ä°talya’da üç, Fransa,
Hollanda ve Belçika’da iki kat yüksektir. Avrupa Ekonomik TopluluÄŸunda
işsizlikten en çok etkilenen grubu genç kadınlar oluşturmaktadır.
Ä°talya’da 25 yaşın altındaki her iki kadından biri iÅŸsizdir; bu oran
Belçikada % 40’a, Hollanda ve Fransa’da % 35’e yaklaÅŸmaktadır.

Kadınların çalışma yaşamında karşı karşıya kaldıkları en ciddi
sorun ise, ücret eşitsizliğidir. 1975 ve 1976 yıllarında AET düzeyinde
kabul edilen iki genelge, aynı iş için ya da eşit değer verilen iş için
cinsiyete dayalı her türlü ayrıma son verilmesi ilkesini içeriyordu;
ücretlerin belirlenmesi için kurulacak mesleki sınıflandırma sistemi
erkek ve kadın işçiler için ortak ölçütlere dayandırılmalı ve cinsiyet
ayrımını ortadan kaldırmalıydı, üye devletler bu genelgeye göre gereken
hukuksal düzenlemeleri ülkelerinde hemen yapmalıydılar. Oysa
bugün hiçbir AET ülkesinde gerçek anlamda bir ücret eşitliğine hala
ulaşılabilmiş değildir. Kadın ve erkeklerin aldığı ücretler arasındaki
farkın en yüksek olduğu ülkeler Lüksemburg, Yunanistan ve İrlanda
(% 30’u aşıyor), en düşük olduÄŸu ülke ise Ä°talyadır (% 20’den az).
Aşağıdaki tablo, sanayideki ücret eşitsizliğinin AET ülkelerindeki durumunu
yıllara göre göstermektedir (Tablo 15).

Bütün bu olumsuz görünümlere karşın, Anne Wahl’ın (1984) dediÄŸi
gibi, “Kadınların çalışma alanında gösterdiÄŸi geliÅŸme, çağımızın
en belirgin olgularından biridir. Avrupa TopluluÄŸu’nda, 15-64 yaÅŸlar
arasındaki kadın nüfusu içinde çalışan kadınların oranı, 1970’de % 44
iken, 1982’de % 50’ye yükselmiÅŸtir. Daha ÅŸimdiden, ÅŸu basit fakat
önemli sonuca varılabilir: Herhangi bir sosyolojik eğilim değişikliği
olmadığı takdirde, 21’nci yüzyılın başında, kadınların çalışma yaÅŸamı
karşısındaki davranışı erkeklerinkiyle aynı olacaktır.” (Avrupa Dergisi,
1984)

B. Meslek seçimi

Meslek seçimi süreci bireyin gerçek işini seçiminden çok önce
başlar. Meslek seçimi, sadece varolan işler arasında en uygununa karar
vermekten ibaret değildir. Bireyin geçmişi ve temelleri, rol modelleri,
deneyimleri, ilgileri ve kişiliği meslek seçimini etkileyen en
önemli etkenlerdir.

1) Bireysel temeller: Toplumsal sınıf, etnik köken, cinsiyet,
zeka gibi karmaşık etkenler bireyin meslek seçimini etkilerler. Bu etkenlerin
etkileşimi, bireyin evlenmesinde olduğu gibi, iş seçimini ve
şansını etkiler. Söz gelimi, kadınların mesleğe yönelmesinde cinsiyetin,
zencilerin iş bulmasında ırkın engelleyici bir etken olduğu, buna
karşılık yüksek sosyoekonomik düzeyin, yaratıcı zekanın olumlu bir
rol oynadığı bilinmektedir.

Tablo 15

Sanayide Ãœcret EÅŸitsizliÄŸi

Düz Sanayi İşçilerinin Brüt Ortalama Saat Ücretleri

(Endeks: Erkekler = 100)

Ülkeler Yıllar

Almanya Fed. Cumhuriyeti 1972 (69,65), 1975 (72,55), 1977 (72,81),
1978 (73,02), 1979 (72,69), 1980 (72,63), 1981 (72,78)

Fransa 1972 (78,67), 1975 (78,47), 1977 (77,43), 1978 (78,32),
1979 (78,29), 1980 (78,28), 1981 (79,48)

Ä°talya 1972 (76,29), 1975 (79,71), 1977 (84,64), 1978 (83,06),
1979 (84,12), 1980 (84,13), 1981 (84,87)

Hollanda 1972 (64,64), 1975 (72,41), 1977 (73,48), 1978 (73,49),
1979 (72,29), 1980 (73,27), 1981 (72,64)

Belçika 1972 (68,42), 1975 (71,52), 1977 (70,98), 1978 (70,73),
1979 (70,27), 1980 (70,25), 1981 (71,59)

Lüksemburg 1972 (62,50), 1975 (63,19), 1977 (65,02), 1978 (63,55),
1979 (61,88), 1980 (64,71), 1981 (63,35)

Ä°ngiltere 1972 (60,26), 1975 (67,91), 1977 (71,60), 1978 (69,89),
1979 (70,83), 1980 (69,65), 1981 (69,96)

Ä°rlanda 1972 (-), 1975 (60,94), 1977 (62,13), 1978 (64,10),
1979 (66,96), 1980 (68,70), 1981 (67,20)

Danimarka 1972 (-), 1975 (84,31), 1977 (86,50), 1978 (86,14),
1979 (86,36), 1980 (86,05), 1981 (85,76)

Yunanistan 1972 (-), 1975 (69,86), 1977 (68,36), 1978 (68,00),
1979 (68,00), 1980 (67,38), 1981 (66,65)

Kaynak:Avrupa Dergisi, No: 93, 1984.

2) Rol modelleri: İnsanlar mesleklerini çoğunlukla o meslekten
birisiyle özdeşleşerek seçerler. Rol modeli olan kişi geleneksel
toplumlarda baba ya da amcadır. Ancak, günümüzde kitle iletişim
araçları bireye yakın çevresinde bulunmayan rol modellerini de iletmektedir;
böylece bir gencin kendi temel özelliklerinin dışında olan
birini model alması da olanaklı olmaktadır.

3) Deneyim: Bir insan mesleğini daha önce yaşadıklarına göre
de seçebilir. Ağabeyi öldürülen birinin polis olmayı, büyükbabasının
evi yanan birinin itfaiyeci olmayı istemesi gibi. Burada da
yaşıtlarınınkinden farklı bir mesleği özel bir deneyim sonucu seçmek
sözkonusudur.

4) İlgiler: Gerçekten seçme şansı varsa, bireyin ilgileri, tercihleri
ve değerleri meslek seçiminde önemli bir rol oynar. Örneğin psikologlar
ya da özel eğitimciler insanları anlamaya ve onlara yardım etmeye
ilgi duyan kişilerdir. Ancak bu ilgi bireysel farklılıklara göre
değişik mesleklerde de anlatım yolunu bulabilir. Genel olarak bir insanın
ilgileri kısmen deneyimlerini, kısmen de rol modellerini yansıtır;
aynı zamanda, geçmişteki başarılarını ve yeteneklerinin ne olduğuna
ilişkin kanısını da dile getirir.

5) Kişilik: Meslek seçimi birey ile işi arasındaki uygunluğu da
yansıtır. Yetişkinlerde kişilik özellikleri ile çeşitli işlerin özellikleri
arasındaki ilişkiyi soruşturan pek çok araştırma yapılmıştır. J. L.
Holland’ın iÅŸ ve meslek seçimi kuramında kiÅŸilik farklılıkları en önemli
yeri tutmaktadır; bu kuramda altı temel kişilik boyutu uygun meslek
seçimleriyle ilişki içindedir. Temel boyutlara sahip (gerçekçi, araştırıcı,
sanatsal, toplumsal, geleneksel, giriÅŸimci) kiÅŸiler bunlarla baÄŸdaÅŸan
mesleklere yönelirler. Örneğin, bir çiftçi hem gerçekçi (güçlü ve pratik),
hem de gelenekseldir (yapılanmış etkinlikleri yeğler). Meslek ile kişilik
uyuştuğunda insan doyum bulur, işini sürdürür ve mesleğinde ilerler.

Sonuç olarak, meslek seçiminin çok karmaşık birtakım etkenlerin
etkileşimine bağlı olduğu söylenebilir. Meslek seçiminin ergenlik sonlarında
ya da genç yetişkinlikte tek bir karar sonucu yapıldığı yolundaki
geleneksel görüş, bugün yerini meslek seçimi ve gelişiminin yetişkinlik
boyunca sürdüğü görüşüne bırakmıştır.

C. Meslek Örüntüleri

Meslekler arasında büyük farklılıklar oIduğu gibi, meslek örüntüleri
arasında da önemli farklılıklar vardır. Söz gelimi, belirli ilerleme
basamakları olan ve bireyin başarısı ölçüsünde bu basamakları tırmandığı
bir iş düşünelim. Bu örüntü, düzenli bir ilerleyişle statü merdiveninde
dikey bir tırmanmayı belirler, çoğunlukla da aynı yerde
uzun yıllar çalışmayı gerektirir. Şimdi de, bireyin yaptığı işlerin sırasal
bir örüntüsünün olmadığı düzensiz bir iş geçmişini düşünelim.
Bu durumda, işlevsel olarak birbirine benzeyen işlerde statü sağlayan
ne dikey ne de yatay bir ilerleme vardır. Wilensky, bu ölçütleri iş
geçmişlerini çözümlemede kullanmıştır. Wilensky, meslek yaşamında
(kariyer) düzenli grubun düzensiz gruba oranla işte ve iş dışında daha
çok toplumsal etkileşim gerektirdiğini söylemektedir. Sonuç olarak,
insanın çalıştığı iş kategorisinin düzenli ya da düzensiz olması onun
toplumsal yaşamını da büyük ölçüde etkilemektedir. Öte yandan, insanla
meslek arasındaki etkileşimi belirleyen başka etkenler de vardır.
Bu etkenler, güdülenme, (para, statü, hizmet, yaratıcılık vb.) ve doyum
kaynaklar (para, statü, başarı, ün, vb.)dır. Böylece, doktorluk,
mühendislik gibi potansiyel olarak düzenli meslekler, güdüleri ve doyumları
gibi değişik etkenlerle diğer düzenli mesleklerden ayrılırlar;
bu özel düzenli mesleklerin farklılıkları benzerliklerinden önemlidir.

Meslekte ilerlemenin diğer bir türü de, düzenli mesleklerde bireyin
oldukça ani ve önemli iş değişikliği yapmasıdır. Bu değişikliğin
nedeni, iş sıkıntısından daha doyurucu bir işle kurtulma çabası ya da
başarı sonucu yeni olanaklar yaratma isteği olabilir. Bu ani değişiklik
düzensiz iş örüntüsünden farklıdır, çünkü düzenli bir sistem içindedir
ve en fazla iki değişikliği içerir (başarılı yöneticinin şirket değiştirmesi
gibi). Bu tür değişiklik yapan kişiler, yalnızca düzenli işlerde
çalışanlardan, daha çok risk alma yeteneği, güvensizliğe karşı koyma gücü
ve zorluklarla başa çıkabilme kapasitesi ile ayrılırlar. Öte yandan,
bu değişiklik bireyin meslek (kariyer) gelişiminde bir bunalımı da ortaya
koyabilir. Aile yaşamı döngüsünde olduğu gibi meslek yaşamı
döngüsünde de bunalım noktaları önemli bir rol oynarlar.

D. Meslekte Dönüm Noktaları

Gelişimsel açıdan meslek yaşamında bunalım noktaları ya da dönüm
noktaları vardır. Bu noktalar düzenli mesleklerde daha belirgindir;
düzensiz mesleklerde ise her işten ayrılma ve yeni işe girme bir
bunalım noktası sayılır. Düzensiz mesleklerde her yeni iş yeni bir
uyum ve yeni bir toplumsallaşma süreci demektir. Üstelik, düzensiz
mesleklerde birey ya yaşı ilerlediği ya da artık yaptığı iş otomatikleştiği
için, aynı türden iş bulamazsa, düzenli işte zorunlu emekliliğin
neden olacağı türden bir bunalımla karşılaşır.

Ä°ÅŸ döngüsünde ilk dönüm noktalarından biri, bir iÅŸe girme’dir. Bu
süreç, meslek seçimi sürecinin sonu, aynı zamanda yetişkinlik yaşamının
başlangıç noktasıdır. Birey işin gerektirdiği rolleri tanıyarak şimdi
gerçek işe girer, artık işin gerçek gerekleriyle, beklentileriyle ve
ödülleriyle karşı karşıyadır. Bu etkenler büyük olasılıkla bireyin daha
önceki ideal beklentileriyle çatışacak ve birey bu nedenle bir çatışma
yaşayabilecektir. Bütün mesleklerde bireyler yeni işlerinin gerçek
gerekleriyle yeniden toplumsallaştırılır ve bir uyum döneminden geçerler;
bu arada işin ilk haftaları ya da aylarında duygusal bir rahatsızlık
da yaÅŸarlar. Bu yeniden toplumsallaÅŸma sürecinde birey yeni bir “benlik”
geliştirmektedir. Kendisi karşısında başkalarının (işveren, iş arkadaşları,
müşteriler) rolünü alarak kendisinden beklenen rol davranışını
öğrenmektedir; aynı zamanda kendisini bu rolde görür ve bu rolde tepki
verir. Eğer içsel benlik ile işteki benlik arasında büyük farklılıklar
varsa, birey işteki benliği içsel benliği doğrultusunda değiştirmeye çalışır,
bunu yapamazsa yaşanan bunalım da o oranda artar. Birey işe
girmesiyle geçirdiği toplumsallaşma sürecinde işin gerekleri ve değerleri
doğrultusunda bir benlik geliştirir ve bunu içsel benliğine de uygun
hale getirmeye çalışır (D.C. Kimmel, 1974).

İş döngüsündeki diğer önemli bunalım ya da dönüm noktaları orta
yaşlarla ve emeklilikle ilgilidir; bunlar ilgili bölümlerde ayrıntılı
biçimde ele alınacaktır.

:::::::::::::::::

4. Toplumsal Çevre, İlişkiler ve Katılım

Genç yetişkinlikte önemli bir gelişim boyutu da, aile ve iş ilişkileri
yanısıra ortaya çıkan toplumsal ilişkiler ağıdır. Toplumsal ilişkiler
ağı bireylerin ve ailelerin koşullarına göre değişiklik gösterir. Örneğin,
Amerikalı yetişkinler cinsiyetlerine, yaşlarına, evlilik durumlarına
ve sosyoekonomik düzeylerine göre geniş toplumsal etkinliklere
girerler. Bu etkinlikler, halk eğitimi uğraşlarını, dinsel uğraşları,
okulla işbirliğine girmeyi, siyasal etkinlikler düzenlemeyi içerir. Evlilik
öncesinde ve evliliğin ilk yıllarında erkek ve kadının toplumsal katılımı
birbirine benzer, benzemediği durumlarda da daha çok kadınların
seçimi ağır basar. Çocukların küçük olduğu yaşlarda çocuk merkezli
etkinlikler öncelik taşır. Orta yaşlarda kadının etkinlikleri aile
merkezli olurken, erkeğinki iş merkezli olma eğilimindedir. Katılımların
farklılığına karşın, erken yetişkinlikte başlayan ve güçlü bir
biçimde orta yaşa doğru ilerleyen gelişimsel bir değişimden söz edilebilir.
Bu değişim, fiziksel güç etkinliklerinden kişilerarası ilişkiye
ağırlık veren etkinliklere doğru olmaktadır.

Gelişimsel açıdan, insanın büyümesi ve olgunlaşması, anababadan
-aileden- koparak yeni insan iliÅŸkilerine girmesi ve giderek toplumsal
katılıma yönelmesi demektir. Bu gelişimin temelleri, çocuğun
mutlak bağımlılığı evresinden sonra, ergenin bağımsızlığı deneme
uğraşlarıyla atılmaktadır. Genç yetişkin ise, artık bağımsızlığını kazanmış
bir kişi olarak, kişilerarası ilişkilere girebilen, toplumsal, kültürel,
siyasal etkinliklere katılabilen kişidir.

Toplumsal ve kültürel katılma, günlük yaşamın sıradanlığına ve
sıkıcılığına karşı bir çıkış yoludur. Günlük yaşamın dar, kısır ve
yabancılaştırıcı çevreleri ancak kültürel katılım ve etkinlik aracılığıyla
aşılabilir. Bununla birlikte, kültürü bir boş zaman uğraşısı, bir oyun,
bir düş gibi algılamamak da gerekmektedir. Kültür pazarlarının yönlendirdiği
ticarileşmiş kültür ürünleriyle yetinmenin uyuşturucu alışkanlığı
edinmekten hiçbir farkı yoktur. Maurice Duverger’in, kitle iletiÅŸim
bombardımanı altındaki günümüz insanları için, “bir sürü ÅŸey biliyorlar,
ama kültürden yoksunlar” demesi boÅŸuna deÄŸildir.

:::::::::::::::::

5. Ahlak GeliÅŸimi

Toplum içinde yaşayan bireyler olarak belirli doğru ve yanlış
kavramlarını başkalarıyla paylaşmak ve birlikte yaşamanın gereği
olan birtakım kuralları izlemeye yetenekli olmak zorunda olduğumuz
bilinir. Bizim kiÅŸisel mutluluÄŸumuz da, toplumda eÅŸitlik ve adaletin
varlığı da, birtakım ahlak standartlarının herkesçe kabul edilmesine
baÄŸlıdır. Ahlak geliÅŸimi, çocukların, belirli davranışları “doÄŸru” ya da
“yanlış” olarak deÄŸerlendirmelerine rehberlik eden ve kendi eylemlerini
yönetmelerini sağlayan ilkeleri kazanmaları sürecidir.

Çocukların ahlak gelişimi konusunda tarihte üç büyük felsefe
öğretisi vardır. Birincisi, St. Augustine gibi teologların savunduÄŸu “ilk
günah” öğretisidir; buna göre, çocuklar doÄŸal olarak günahkar yaratıklardır,
dolayısıyla yetişkinlerin müdahalesine gereksinmeleri vardır.
John Locke’un baÅŸlattığı ikinci görüş, çocuÄŸun ahlak açısından yansız
(nötr) olduğunu, eğitim ve yaşantının çocuğu doğru ya da günahkar
bir kiÅŸi yapacağını ileri sürer. Jean Jaques Rousseau’nun temsil ettiÄŸi
üçüncü öğretiye göre, çocuklar “doÄŸuÅŸtan saf ve temiz” yaratıklardır
ve ahlakdışı davranışlar yetişkinlerin bozucu etkisinden kaynaklanır.

Bu görüşlerden herbiri ahlak gelişimi konusundaki üç büyük çağdaş
psikolojik yaklaşımda yeniden ortaya çıkar. Birinci görüş, değiştirilmiş
bir biçimde Sigmund Freud’un kuramında görülür. Ä°kinci görüş,
ahlak gelişimini koşullanmanın ve yaşantıların bir sonucu olarak gören
toplumsal öğrenme kuramında temsil edilir. Üçüncü görüş, Jean
Piaget ve Lawrence Kohlberg’in geliÅŸtirdiÄŸi biliÅŸsel geliÅŸim kuramında
yansıtılır. Ahlak gelişimi konusunda ilk psikolojik modeli getiren
psikanalitik kurama göre ahlak gelişimi, süperegonun ortaya çıkması ve
anahaba yasaklarının içselleştirilmesi sürecinden ibarettir. Toplumsal
öğrenme kuramcıları ahlak gelişimini, ani hiçbir değişim olmadan derece
derece ve sürekli biçimde ilerleyen birikimli bir toplumsallaşma
olarak görürler. Buna karşılık, bilişsel gelişim kuramcıları ahlak
geliÅŸimini, belirgin deÄŸiÅŸimlerle ilerleyen ve birbirinden temel
farklılıklarla ayrılan evrelere dayandırırlar.

Piaget’in kuramını yeniden ele alan ve geniÅŸleten Kohlberg, ahlak
gelişimi açıklamasını -tıpkı Piaget gibi- ahlaki eylemden çok ahlaki
yargının geliÅŸimine dayandırmaktadır. (Bu yaklaşımda çocuk bir “ahlak
filozofu” olarak görülür.) Kohlberg’e göre, ahlak yargısının geliÅŸiminde
altı evre vardır ve bunlar üç temel düzeyde toplanır. Her düzey,
bireyin benliği ile toplumun kuralları ve beklentileri arasındaki
farklı iliÅŸki türünü yansıtır. “Gelenek-öncesi düzey”, daha çok dokuz
yaşın altındaki çocukların, bazı ergenlerin ve suçluların çoğunun bulunduğu
düzeydir; bu düzeyde kurallar ve beklentiler benliğe dışardan
yöneltilmektedir. “Geleneksel düzey”, ergenlerin ve yetiÅŸkinlerin çoÄŸu
için tipik düzeydir; bu düzeyde benlik geniş toplumun kural ve beklentilerini
içselleştirmiştir. İnsanların ancak çok azının ulaşabildiği
“gelenek-ötesi düzey” de ise bireyler, kendileri ile baÅŸkalarının kuralları
ve beklentileri arasında farklılık oluşturmakta ve kendi ahlaki değerlerini
kendilerinin seçtiği ilkelere göre akılcı yollardan tanımlamayı
yeÄŸlemektedirler.

Kohlberg’e göre, bütün kültürlerdeki insanlar adalet, eÅŸitlik, sevgi,
saygı, otorite gibi aynı temel ahlaki kavramları kullanırlar. Ayrıca
bütün bireyler, kültür farklılığına bakmaksızın, bu kavramlara bağlı
olarak ve aynı düzen içinde aynı akılyürütme evrelerinden geçerler.
Bireyler arasındaki farklılık, yalnızca, evreleri ne hızla geçtikleri ve
nereye kadar ilerledikleri açısından ortaya çıkar. Kohlberg ve yardımcıları
bu görüşlerini BirleÅŸik Devletler’de, Ä°ngiltere’de, Ä°srail’de,
Bahama’da, Meksika’da, Tayvan’da, Malezya’da ve Türkiye’de sınamışlar
ve kuramın evrenselliğini vurgulamışlardır.

Kohlberg’in araÅŸtırma yönteminin temelini oluÅŸturan varsayımlı
ikilemler yetişkinleri ele alan ahlak öykülerine dayanmaktadır. Buna
karşılık, kendisi de bir evre kuramcısı olan William Damon, ahlak
ikilemlerini çocukların yaşantıları alanında oluşturmuş ve çocukların
hiçbir akılyürütme türünü sonuna kadar kullanmadıkları sonucuna
varmıştır; ancak, çocuklar yaşları ilerledikçe daha ileri akıl yürütme
düzeylerini daha sıklıkla kullanmaya eğilim göstermektedirler. Öte
yandan, toplumsal öğrenme kuramcıları, çocukların, yetişkinlerin ahlak
standartlarını, öncelikle, gözlemledikleri davranışları ve değerleri
dereceli bir taklit etme süreciyle kazandıklarını savunmaktadırlar. Onlara
göre, eÄŸer Piaget ve Kohlberg’in savunduÄŸu gibi ahlak yargıları
bilişsel yapılara bağlı evreleri sıkı sıkıya izleseydi, bu yargıları kısa
süreli deneysel durumlarda değiştirmek çok güç olurdu. Oysa Bandura
ve MacDonald, çocukların ahlak yargılarının yaş etkenine evre kuramcılarının
ileri sürdüğünden daha az bağlı olduğunu deneysel olarak
gösterdiler. Cowan, Turiel, Keasey, Rothman gibi evre kuramına bağlı
araştırmacılar ise, özde öğrenme kuramcılarının ileri sürdüğünden daha
az değişim olduğunu onlarınkine benzer araştırmalarla ortaya koydular.
Bu tartışmalar ahlak gelişimi çizgisinin en azından düzenli bir
sıra izlediğini ortaya koymaktadır. Bununla birlikte, toplumsal etkilerin
sonucu olarak, gelişim düzeninde ve belirli düzeylere ulaşma hızında
bireyler arasında farklılıklar vardır. Psikanalizciler ise, Piaget ve
Kohlberg’i eleÅŸtirmede toplumsal öğrenme kuramcılarından deÄŸiÅŸik
bir yol izlemiÅŸlerdir. Psikiyatrist James Gilligan, “ahlaklılığın üstünde”
çok daha olgun bir işleyiş evresinin olduğunu ileri sürmektedir;
bu, bireylerin kendilerini “ahlaki yükümlülüğe feda etmeleri”nden
çok, karşılıklı gereksinmelerini psikolojik açıdan anlamalarını sağlayan
“sevgi ahlakı” (love ethic)’dir.

Araştırmalar ahlaklılığın duruma göre özelleşme eğiliminde olduğunu
göstermektedir. Çocukların çoğu belirli durumlarda çalmakta,
yalan söylemekte, sahtekarlık yapmakta, diğerlerinde ise bunları
yapmamaktadır; bütün ve bölünmez bir vicdan ya da süperego kavramı
pek az destek bulmaktadır. Bazı bireyler diğerlerinden daha tutarlı
bir dürüstlük, bazıları da daha tutarlı bir namussuzluk göstermektedir;
ancak tutarsızlığın daha egemen bir eğilim olduğu söylenebilir.
Öte yandan, yaş, zeka ve cinsiyet farklılığının ahlaki davranışta çok
küçük bir payı olduğu, buna karşılık grup yasalarının ve güdüsel etkenlerin
daha önemli bir rol oynadığı görülmektedir. Ayrıca, araştırmalar,
yetişkinlerin eylemlerinin sözcüklerinden daha yüksek sesle
konuştuğunu ve yetişkin ikiyüzlülüğünün varlığını ortaya koymaktadır
(Vander Zanden, 1981).

Ahlaki olgunlaşma, çocuğun kendi vicdanının buyruklarını dinlemeye
başlamasıyla ortaya çıkar. Bu olgunlaşma, birey günlük etkinliklerinde
ve yaşamının örgütlenmesinde kendi yargısına dayandıkça
ilerler. Birey, ahlak ilkelerini özümlediği ve etkili bir davranış
düzenlemesi yaparak eylemde bulunduğu zaman karakter ortaya çıkmaya
başlar. Karakter, ileri bir olgunlaşmanın ve yetişkin kişiliğinin temel
ve sonul belirtilerinden biridir. Ahlaki karakter yetiÅŸkinin
insancıllaşmasına ve kendi yazgısını denetlemesine katkıda bulunur. Bu
aÅŸamada birey, Allport’un dediÄŸi gibi, “Aldığım karar yaÅŸamımın sonrası için
de geçerli olmalıdır!” biçimindc düşünmeyi baÅŸarır. Ahlaki olgunlaÅŸmada
ilerleme, bireyin iyi ve doğru olanı seçmesini sağlayan özgürlüğün
artmasıyla belirlenir. Bu noktada ergen ve yetişkin için ideal aynıdır
(J. Pikunas, 1976).

Gelişimsel açıdan yetişkinlerin ahlakına egemen olan temel düzey
“geleneksel düzey”dir. Geleneksel düzey, soyut düşünme ve rol
alma yeteneğinin gelişmeye başladığı ergenlik döneminde ortaya çıkar
ve yetişkinlik boyunca başlıca düzey olma özelliğini korur. Zihinsel
gelişim yetişkinlikten önce tamamlandığına göre, yetişkinlerin ahlaki
yargı farklılığı zihinsel gelişimle açıklanamaz. Yetişkinlikte görülen
deÄŸiÅŸim bilgi ve deneyim birikimine baÄŸlanabilir; ancak bu birikimin
kazanılması yeni bir evrenin ortaya çıkması demek değildir. Çünkü
evreler ancak “nitelik” deÄŸiÅŸimiyle ortaya çıkarlar. Ä°ÅŸe girme, evlenme,
cinsel iliÅŸki kurma, anababa olma gibi deÄŸiÅŸimler ise bireyde
yalnızca “içerik” deÄŸiÅŸimlerini yansıtırlar.

Sonuç olarak, yetişkinlikte yeni bir ahlaki düşünme yapısı oluşmamaktadır.
Araştırmalar, yüksek evre özelliği gösteren bütün yetişkinlerin
bunu daha ergenlik dönemindeyken göstermeye başladıklarını
ortaya koymaktadır. Şu halde, ergenlikte gerekli gelişim olanağını
ve özgürlüğünü bulamayan kişilerin yetişkinlikte daha ileri bir ahlaka
sahip olmaları söz konusu değildir. Yetişkinlikte ortaya çıkan değişimler,
kişilerin daha önce geliştirmiş oldukları kalıpları daha tutarlı
bir biçimde kullanmalarından kaynaklanmaktadır. Yetişkinlik yılları
daha önce ulaşılan en yüksek evrenin tutarlılık kazanmasına olanak
sağlamaktadır. Kişilik psikolojisi açısından yetişkinlikteki ilerleme,
ahlak evresi değişimi değil, ego güçlenmesi sürecidir. Ego güçlenmesi,
bireyin sahip olduğu ahlaki yapıları kişilik bütünleşmesi doğrultusunda
nasıl kullanacağını öğrenmesi demektir. Yetişkinlikteki ahlak
gelişimi, daha önce kazanılmış ahlak yapılarının kullanımının bütünleşmesi
ve yaşama uygulanması olarak nitelendirilebilir.

%d blogcu bunu beÄŸendi: