hd porno porno hd porno porno

YAŞLILIK PSİKOLOJİSİ-5 (Düşünce Olarak Ölüm)

2.417 okundu

Düşünce Olarak Ölüm

İnsanoğlu için doğumdan itibaren tek mutlak gerçek ölümdür. Bu
gerçek varoluşun anlamının temelinde yer almaktadır. Ancak, ölüm
aynı zamanda artık var olmama tehdidini de temsil etmektedir; dolayısıyla,
ölümden kaçamayacağının farkına varabilen tek yaratık olan
insana varoluşsal bir anksiyete de yaşatmaktadır. May bu anksiyeteyi
şöyle tanımlamaktadır: “VaroluÅŸunun yıkılabileceÄŸinin, kendisini ve
dünyasını yitirebileceÄŸinin, bir ‘hiç’ olabileceÄŸinin farkına varan bireyin
öznel durumu…

Birey bu öznel durumu nasıl algılamakta, üzerinde nasıl düşünmektedir?
Ölüm kavramını oluşturmakta kullandığımız zihinsel işlemler
nelerdir? Kastenbaum ve Aisenberg (1976) bu konuda baÅŸvurduÄŸumuz
temel mantığı şöyle açıklamaktadır: 1) “Ölmek”, “ölü” gibi
kavramlar genellikle zihnimizin dışında ya da ötesinde yer alan olgulara
“dayanılarak” zihinde “kurulmuÅŸ” kavramlardır. ÖrneÄŸin, Sokrates’i
ölü olarak “düşünürüm”, ama önemli olan Sokrates’in “gerçekten”
ölü olmasıdır. 2) Ancak, biz “uzakta” ne olup bittiÄŸini asla
“gerçekten” bilmeyiz. Hatta biz uzakta bir “uzakta” olduÄŸunu da bilmeyiz.
Biz kendi psikolojik süreçlerimiz içinde ve aracılığıyla yaşarız.
Kişisel düşüncelerimiz ve duygularımız ile evrende olan herhangi bir
şey arasındaki ilişki her zaman bir kestirimden ibarettir. 3) Ölümle ilgili
kavramların çözümlemeye ve anlamaya elverişli özel bir varoluş
biçimine sahip olduğunu biliriz. Ölüm, kontrollü görgül araştırmalara
bile elveriÅŸlidir. Ölüm kavramları da “kavram”lardır. Bireydeki ölüm
kavramlarının gelişimini ve yapısını inceleyebiliriz. Bireyin kavramlar
bütünü içinde ölüm kavramının aldığı yeri öğrenebiliriz. Ölüm kavramı
ile anksiyete ve tevekkül gibi kapalı durumlar arasındaki ilişkiyi
keÅŸfedebiliriz. Riske girme eylemleri ya da “yaÅŸam” sigortası yaptırma
gibi açık davranışlarla ölüm kavrammın ilişkisini araştırabiliriz. Kültürleri
ve alt kültürleri, ölüm kavramları ve bunların toplumsal yapı ve
işleyişteki doğurguları açısından inceleyebiliriz. 4) Bu çözümleme
düzeyi son derece geçerlidir, çünkü kesinlikle psikolojinin alanı
içindedir. Kısacası, biz ölüme önce psikolojik bir kavram olarak
yaklaşıyoruz. Ölüm eğer çok daha fazlası değilse en azından psikolojik
bir kavramdır.

Kastenbaum ve Aisenberg (1976) ölüm kavramıyla ilgili genel
önermeleri şöyle sıralamaktadır:

(1) Ölüm kavramı her zaman görecelidir. Biz ölüm kavramının
göreceliğini gelişimsel düzeyde vurguluyoruz. Gelişim düzeyi mutlaka
bireyin kronolojik yaşı anlamına gelmez. Kronolojik yaşın bireyin
düşünme biçimini kestirmede önemli ipuçları verdiği kesindir; ancak
biz gelişim düzeyiyle Piaget ve diğerlerinin kastettiği yapısal anlam
açısından ilgileniyoruz.

(2) Ölüm kavramı son derece karmaşıktır. Çoğu zaman ölüm
kavramını bir-iki önermeyle dile getirmek yeterli olmamaktadır.

(3) Ölüm kavramları değişir. Bu önerme daha önce verilenlerle
açıklanmıştır. Bir insanın ölüm kavramını özel bir zaman noktasında
belirlediğimizde, bu betimlemenin o kişi için sonsuza dek değişmez
kalacağını bekleyemeyiz.

(4) Ölüm kavramlarının geliÅŸimsel “amacı”, karanlık, belirsiz
ya da hala oluşum halindedir. Büyüme eğrilerini başlangıç noktasından
doruğa kadar izlemek alışılmış bir yoldur. Örneğin, çocuğun
boyunun yetiÅŸkin boyu olan “amaca” ulaşıncaya kadar büyümesini
bekleriz. Ölüm anlayışlarının grafiğini aynı güvenle çizmek olanaklı
değildir. Bu sınırlılığın teknik nedenleri, ölüm anlayışlarının
ölçülmesindeki ve ilerleme ya da ilerlememeyi betimleyebilecek uygun
niceliksel birimler oluşturulmasındaki güçlüklere bağlıdır. Daha da önemli
olan sorun, yöntemle değil içerikle ilgilidir; en olgun ya da ideal ölüm
anlayışını neyin oluşturduğunu henüz bilmiyoruz. Kuşkusuz birtakım
kanılar var; ama bunlar sistemli kuram ya da araştırmalardan çıkarılmış
sonuçlar olmaktan çok, değer yargıları türündendir.

(5) Ölüm kavramları durumsal bağlamlardan etkilenir. Özel bir
anda ölümü nasıl kavramlaştırdığımız konusu birçok durumsal etkenle
etkilenmiştir. Odada, yanıbaşımızda ölmekte olan biri var mıdır? Ya
bir ceset? Durum yaşamımız için olası bir tehdit içermekte midir?
Yalnız mıyız, yoksa arkadaşlarımızla birlikte mi? Ay ışığı mı var,
yoksa geceyarısı karanlığı mı? Durum, seçici bir biçimde, bizde zihinsel
olarak var olan birçok ölüm türünden birini ortaya çıkarır.

(6) Ölüm kavramları davranışla ilişkilidir. Bir insanın eyleminin
onun ölüm anlayışıyla doğrudan ve olumlu biçimde ilişkili olduğu
düşünülebilir. Örneğin, ölümün ebedi mutluluğa geçiş olduğunu kabul
eden biri için intihar tutarlı bir davranıştır. Fakat aradaki ilişki nadiren
bu kadar basittir. Benzer ölüm anlayışları farklı davranışlara yol açabilir,
benzer davranışlar da farklı düşüncelerin ardından gelebilir. Ölümü
“ebedi mutluluk” sayan baÅŸka biri yaÅŸamını sürdürmeyi seçebilir.
Bir başkası da ölümden sonraki yaşam düşüncesine kapılmadan intihar
edebilir. Bir insanın ölüm kavramı davranışını uzak ve karmaşık
yollardan etkileyebilir. Ölümle hiçbir ilgisi yokmuş gibi görünen davranışlar
bile ölüm anlayışlarından etkilenebilir. Örneğin, uykusuzluk
ya da sevilen birinden ayrılmada duyulan panik bazen ölüm kavramıyla
iliÅŸkili olabilir.

Uygulamada kavramlarla tutumlar arasında bir ayırım yapmak
çok güçtür. Ölümü kendimize nasıl açıkladığımız ya da yorumladığımız
konusu ile, ölüm karşısındaki tutumlarımız ya da yönelimlerimiz
konusu ayrı ayrı incelenebilir. Herhangi bir nesneyle tüm ilişkimiz
hem kavramsal hem de tutumsal öğeler içerir.

Başlangıçta en azından iki tür ölüm anlayışı ayırt edilebilir. Birincisi
“baÅŸkasının ölümü”dür. Bu düşünme biçimine inanmak için
haklı nedenler vardır: “Siz öldünüz” (ölüsünüz) kavramı “Ben öleceÄŸim”
kavramından daha çabuk geliÅŸir. “Siz ölüsünüz” önermesi aÅŸağıda
belirtilen düşüncelerle ilişkilidir:

(1) Yoksunuz. Ama yok olmak ne demek? Burada gözlemcinin
referans çerçevesini değerlendirmemiz gerekmektedir. Küçük bir çocuk
için bu çerçeve büyük ölçüde algısaldır. Yok demek “burada ve
ÅŸimdi” olmamak demektir. Çocuk henüz zaman mesafesi ile mekan
mesafesi arasında tam bir ayırım yapabilecek durumda değildir. Başka
bir kcntte “uzakta” olmak yetiÅŸkinin referans çerçevesi açısından mekanda
var olmaktır; oysa çocuk o kişinin yokluğunu yaşar, çocuğun
algısal mekanında o kiÅŸi yoktur, dolayısıyla “yok”tur.

(2) Ben terkedildim. Bu durum hemen hemen önceki önermenin
karşılığıdır. Benim algısal referans çerçevemden çıkmanız benim
güvenlik duygumu etkiler. Anababa ya da başka önemli bir kişi olarak
siz çocuğun tanıdığı evrenin anlamlı bir yönünü oluşturmaktasınız;
çocuk olarak ben sadece “yokluÄŸunuz”u deÄŸil, aynı zamanda “içimdeki
rahatsız duyguların varlığını” da farkederim.

(3) Sizin yokluğunuz ve benim terkedilme duygum genel ayrılma
duygusuna katkıda bulunur. Çok önemli ilişki ve destek kaynaklarından
biriyle yabancılaştım demektir. Bu ayrılık benim için fazlaca
kritik ise, sadece sizinle değil çevreyle de gittikçe artan bir kopukluk
yaşayabilirim. Sizden zorla ayrıldığım izlenimini de taşıyabilirim; bu
travma yokluk ve terkedilmenin soğukluğunu daha da yoğunlaştırabilir.

(4) Ayrılmanın sınırı yoktur. Küçük çocuk gelecek zaman ya da
genel olarak zaman kavramına yetişkinlerin geliştirdiği anlamda sahip
deÄŸildir. Kendi kendine “Anne gitti, ama beÅŸ gün sonra dönecek” diyemez;
kısa, uzun ve dönüşsüz ayrılıkları birbirinden ayıramaz, sonuçlarını
kestiremez, planlayamaz.

(5) Çocuğun tekrarlı psikobiyolojik ritmlere girmesi onun ayrılma
ve ölümle iliÅŸkisini zorlaÅŸtırır. Henüz “nesnel” zaman dünyasına
tam olarak katılmamıştır, geçmişten şimdiki zamana ve geleceğe standart
birimlerle uzanır. Çocuğun zamanı her sabah uyanmasıyla başlar;
acıkma, uyuma gibi içsel ritmler ve gece, gündüz gibi dışsal ritmler
onun zaman değerlendirmesini güçlü bir biçimde etkiler.

Zamanla kurulan bu iliÅŸki çocuÄŸun “baÅŸkasının ölümü” anlayışını
nasıl etkilemektedir? Önceki dört nokta çocuğun ayrılma karşısındaki
duyarlılığını ve yaralanabilirliğini vurgulamaktadır. Örneğin, çocuk
kısa süreli ayrılma ile uzun süreli ya da kesin ayrılma görünümü
arasında iyi bir ayrım yapamaz. Burada çelişik görünen bir etkeni de
eklemek gerekmektedir; şu iki nokta zihinde birleşmektedir: a) çocuğun
zaman yaşantısı döngüsel ritmlerle koşullanır ve, b) çocuk,
yetiÅŸkinlerin çocuÄŸun “gerçekten” terkedilmediÄŸini göstermek istedikleri
durumlarda yokluk, terkedilme ve ayrılma duygularını yaşamaya
yeteneklidir. Ayrılmanın sınırsızlığı ya da herhangi bir yaşantının
sonsuzluğu duygusu çocuğun yaşantısının dönemsel niteliğiyle
çelişkiye girer. Bu ilişkiyi dile getirmek biraz güçtür. Terkedildiğini
hisseden bir çocuk şimdiki yaşantısına gelecekte bir sınır çizme yollarına
sahip değildir. Gerçekte, bunca acı çekmesinin nedenlerinden
biri, bu kötü yaşantının kendi kendini sınırlayan bir varlığın belirtilerini
göstermemesidir. Bununla birlikte, çocuğun psikolojik durumu her
zaman bir geçiş durumudur; içinde yaşadığı çevre de geçiş durumundadır.
Çocuğun karnı acıkır ya da uykusu gelir, güneş de doğar ya da
batar. Döngüsel bir çevrede döngüsel bir yaratık olarak çocuk sabit bir
referans çerçevesini uzatmalı bir zaman dönemi boyunca elde tutamaz.
En değişmez ve sabit düşünce ve davranış örüntülerinde bile aralar
ve kesilmeler vardır. Başka bir deyişle, ayrılma yaşantısına sınır
koymadaki yeteneksizliğine karşın, çocuk güncel olarak sürekli bir
yaşantı yaşayamaz. İçsel durumdaki ve dış çevredeki dönemsel değişimler
çocuğun dikkatini başka yere çeker ve onu dinlendirir.

Dönemsel olma özelliği ile ayrılma yaşantısı karşısında yaralanabilir
olma özelliği arasındaki bağlantı böylece daha iyi anlaşılmaktadır.
Çocuk, bir çocuk olarak birinin geçici gidişini önemli bir ayrılma
biçiminde “yanlış yorumlayabilir”. Bununla birlikte, aynı nedenle,
önemli bir ayrılmayı, hatta ölümü bile olduğundan daha az değerlendirebilir.
Döngüsel örüntüler, çocuğun, her sonun yeni bir başlangıcı
olduğunu ve her başlangıcın bir sonu olduğunu görmesini sağlamaktadır.
Önerme şimdi şöyle düzenlenebilir: Çocuk, önemsiz ayrılıkların
ölümü çağrıştıran etkilerinden gözlemci bir yetişkinin düşündüğünden
daha fazla yaralanabilir, önemli ayrılıkların etkilerinden ise yetişkinin
düşündüğünden daha fazla korunmuştur.

Bu önerme bireyin soyut bir kavramlar kümesi oluşturduğunu
göstermektedir: “Ben öleceÄŸim” ifadesi aÅŸağıdaki kavramlarla iliÅŸkilidir:

(1) Ben, kendine ait bir yaşamı ve kişisel varoluşu olan bir bireyim.

(2) Ben, özelliklerinden biri ölümlülük olan bir varlık “sınıfı”na
mensubum.

(3) Ben, mantıksal tümdengelimin zihinsel sürecini kullanarak
kiÅŸisel ölümün “kesin” olduÄŸu sonucuna ulaşırım.

(4) Ölümümün birçok “olası neden”i vardır ve bu nedenler pek
çok farklı biçimde bir araya gelebilirler. Özel bir nedenden sakınabilir
ya da kaçabilirsem de, “bütün nedenlerden kaçamam.”

(5) Ölümüm “gelecekte” ortaya çıkacak. Gelecek derken henüz
geçmemiş bir yaşama zamanını kastediyorum.

(6) Ancak, ölümümün gelecekte “ne zaman” ortaya çıkacağını
bilmiyorum. Olay kesin, zaman belirsiz.

(7) Ölüm “sonul” bir olaydır. YaÅŸamım sona erecek. Bu demektir
ki, en azından bu dünyada bir insan olarak bir daha hiç yaşamayacağım,
düşünmeyeceğim, eylemde bulunmayacağım.

(8) Buna uygun olarak, ölüm benim dünyadan “en son ayrılmam” demektir.

Böylece, “ÖleceÄŸim” önermesi, benlik bilincini, mantıksal düşünce
işlemlerini, olasılık, zorunluluk, nedensellik, kişisel ve fiziksel
zaman, amaçlılık, ayrılma kavramlarını içermektedir. Aynı zamanda,
çok geniş bir uçurumun üzerinde bir köprü kurmayı da gerektirmektedir:
Yaşamda neler yaşandığı ile, bir ölüm kavramı oluşturma arasında.
Yine de, ölüm özde “yaÅŸantısız”dır. Ölü bir insan, hayvan ya da
bitki görmek belki ölüm anlayışımıza katkıda bulunur, ama bu algılar
uçurum üzerinde köprü kurmaya yetmez. Ölüm önce “orada bir yerde”
bir “uyaran”dır. Ölümle ilgili bazı temel düşünceleri, genel zihinsel
gelişimimizin öze ilişkin, özünde bulunan bir bölümü olarak geliştiririz.
Sonra bu düşüncelerin ve sayıltıların kendileri ölüm uyaranını
oluştururlar. İnsanın ölümle ilişkisini araştırmada en büyük güçlük,
hem uyaranı hem de tepkiyi belirlemedeki yetersizliğimizden
kaynaklanmaktadır. Örneğin, ölüm korkusu konusundaki araştırmalarda,
ölüm korkusu yoğunluk açısından diğer bazı korkulardan hiç de farklı
olmadığı halde, ölüm nefret edilen bir uyaran olduğu için araştırmacılar
olumsuz bir tutumla işe koyuluyorlar. Asıl neden bütün korku
tepkilerinin temelinde yer alan varoluÅŸ tehdidinin burada daha doÄŸrudan
olmasıdır (Kastenbaum ve Aisenberg, 1976).

:::::::::::::::::

3. Yaşam süresince ölüm yönelimleri

Herkes yaşam süresinin her noktasında ölümle ilişki içinde yaşar.
Bu bakış açısı yaşlılıktaki ölüm yönelimlerini anlamamıza katkıda bulunur.
Böylece yalnızca ölüm karşısındaki tutumlara ilişkin özel araştırmalara
değil, bilişe, zaman açısına, kişilerarası ilişkilere eğilen araştırmalara
da yer vermek olanaklı olmaktadır. Genel bilişsel düzey ve
üslup önemlidir; çünkü ölüm konusundaki düşünceler bireyin kendisini
ve dünyayı yorumlama yeteneğiyle ilişkilidir. Zaman boyutu önemlidir,
çünkü kişisel ölüm hep geleceğe ilişkindir; aynı zamanda, geçmişteki
kederler, ayrılıklar, diğer yitimler ve tehditler de geriye bakışın
konularını oluşturmaktadır. Ölüm yöneliminin kökleri ilk kişilerarası
yaşantılarda bulunabilir ve bu ilişkiler yaşam boyunca etkili olmayı
sürdürdüklerinden ölüm yönelimi (death orientation) açısıdan önemlidirler.

a. Bebeklik ve ilk çocukluk

Zihin gelişimi alanında yüzeysel bir yaklaşım bebek ve çocukların
ölüm konusunda hiçbir şey bilmedikleri sonucuna varabilir.
Çocuklar soyut kavramlar konusunda hiçbir şey bilmezler ve çoğu anababaların
ve öğretmenlerin beklentisi doğrultusunda da ölümü anlamazlar
ve anlamamalıdırlar. Yine de küçükler ölümün farkında olduklarına
iliÅŸkin tepkiler vermiÅŸlerdir. Bu olgu dikkatle incelenirse zihin
geliÅŸimi kuramına uygun düştüğü görülmektedir. Piaget’e göre zeka
biyolojik bir uyum iÅŸlevidir ve bu iÅŸlev ergenlikte birdenbire ortaya
çıkmaz. Bebek ve çocuk da yetişkinden farklı da olsa zeki davranışlar
sergiler. Zeki davranış her zaman yüksek düzeyde gelişmiş bilişsel
yapı sonucu değildir. Üstelik küçük insanın güçsüzlüğü onun tehlikeyi
sezme ve yardım isteme yeteneğini gerekli kılar. Koruyucu yetişkinin
yitirilmesi ölüm tehdidi gibidir. Varoluşu tehlikeye girdiğinde bebek
soyut zihinsel işlemler olmadan da çevresini algılayabilir. Hiçbir insan
ayrılma vc terkedilme tehdidini algılayamayacak kadar küçük değildir.
Buradaki önemli nokta, kavram-öncesi zeka etkinliği biçimlerinin
yaşamın çok erken dönemlerinde var olduğu ve en kritik konularından
birinin yaÅŸamın korunması olduÄŸudur. Piaget’in kuramında vurgu
“nesnenin sürekliliÄŸi ve korunumu” üzerindedir. Piaget’in bulguları
bunların ilk iki yıldan itibaren başladığını ve çevre etkileşimiyle gelişmeyi
sürdürdüğünü göstermektedir. İnsanlar ve diğer nesneler uzaydaki
konumlarını çocuğa göre sürekli değiştirirler. Çocuk, algı alanındaki
deÄŸiÅŸimleri izleyebilmek için deÄŸiÅŸim içindeki “deÄŸiÅŸmezlik”
bilincini elde etmek zorundadır. Nesnenin sürekliliği ve korunumu
özelliğinin gelişimi büyüyen bireyin gerçekliği nasıl kurduğunu
açıklamaktadır. Nesne korunumunu elde edemeyen çocuk tek parçalı
ya da kaotik bir gerçekliğe takılıp kalacaktır. Ancak çocuk, değişim,
yok olma gibi olguları anlamadan nesne korunumunun da pek anlamı
olmayacaktır. Değişmezlik kavramının temelinde değişim vardır. İlk
yıllarda zihinsel etkinlik henüz ayrışmamıştır, global’dır. Ä°kinci yaÅŸta
örneğin zaman, süreklilik ve ölüm gibi soyut kavramlar oldukça uzaktır,
ama çocuk bunlara ilişkin deneyimleri şimdiden işleme koymaya
baÅŸlamıştır. “Gitti”, “uzun süreli gitti”, “ebediyen gitti” (ya da “öldü”)
düşünceleri henüz ayrıştırılmamıştır; dolayısıyla her ortadan yitme
deÄŸiÅŸim, ayrılma ya da yitirme (kavramöncesi biçimde), “ölü” ve
“öldü” kavramları kategorisine kaydedilecektir. Bu “nesnenin ölümü”
olarak adlandırılabilir ve çocuğun olgun zihinsel işleyişe doğru
ilerlemesinde en önemli öncül kavramları (protoconcepts) oluşturur.
“Nesnenin ölümü” ile “benliÄŸin ölümü” arasındaki farkın elde edilebilmesi
için daha fazla zihinsel olgunlaşmaya ve deneyime gerek vardır. Çocuk
hala en yakın çevresine bağımlıdır. Zihinsel işlemlerle kestirilebilir
ve tutarlı bir dünya kurmak için, kestirilemezi ve tutarsızı tanıma
ve ayrıştırma yeteneğine gereksinme vardır.

Çok küçük çocukların ölümle ilişkili yönelimlerini gözlemlemede
çok geniş olanaklar vardır, ancak daha büyük çocuklar ve yetişkinler
için kullanılan yöntembilimi kullanmak olanaksızdır. Oyun
durumunda gerçekleştirilen doğal gözlem küçük deneylerle desteklendiğinde
çok yararlı olabilir.

Bowlby küçük çocukluktaki yitirmelerin psikososyal sonuçlarını
dikkatle izlemiştir. 12 aylık çocuklara ilişkin gözlemler, çocukların
yabancıların yanındayken yitik anneyi bulmak için belirgin bir çaba
gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Önce “protesto” ve bulmak için
“acil çaba” vardır. Çocuk günlerce yüksek sesle aÄŸlamakta ve yiten
annesi olabilecek her şeye ve her sese doğru kendini atmaktadır.
Umutsuzluk ve umutla arama arasındaki gidip gelmeler bir hafta
sürmekte, ama sonunda çaresizlik yerleşmektedir. Annenin dönmesi
isteği ortadan kalkmaz, ama bunun gerçekleşmesi umudu yitirilir. Sonunda
bu istek de ortadan kalkar ve çocuk sonsuz bir acı içinde içine
dönük ve apatik bir görünüm kazanır.

Bu tepki örüntüsü yakınlarının yasını ya da başka acı yitimleri
yaşamış olan kişilerde de gözlemlenebilir. Bu görünüme kurumlardaki
geriyatrik hastalarda da rastlanır. Bowlby’nin diÄŸer gözlemleri çocukluktaki
keder tepkisinin uzun süreli olabileceği doğrultusundadır.
Anne figürünü yitiren küçük çocuk, bellek sınırlarına ilişkin bütün
sayıltılara karşın, son derece sürekli bir duygu ve davranış göstermektedir.
Çok küçük çocuklarda kederin sürekliliğini açıkça gösteren
sözel olmayan davranışlar gözlemlenmektedir. Terapistler küçük çocukların
ölümle ilişkili oyunlarını izlemişlerdir. Bu gözlemler iki
yaşındaki çocuğun ölüm konusunda bir şeyler bildiğini ortaya koymaktadır.
Ayrıca gözlemler ölümle ilişkili yaşantıların çocuğun tüm
gelişimini etkileyebileceğini de göstermektedir. Yetişkinlerin çocukluk
anıları incelendiğinde ölümle ilişkili çok belirgin yaşantılar bulunmaktadır.
Stanley Hall’a göre, çocuk olayı yaÅŸadığı sırada duygularını
dile getirecek sözel yeteneğe sahip olmadığı için acısını uzun yıllar
taşımaktadır. Sonuç olarak, gözlemler ve anı incelemeleri, çok küçük
çocukların ölümle ilişkili yaşantıları kaydettiklerini ve bu yaşantıların
bireyin tüm yaşam yöneliminin bir parçası haline geldiğini göstermektedir.

b. İleri çocukluk ve ergenlik

Ä°lk çalışmalar (1940’larda) ölüm kavramlarının yetiÅŸkin düzeyine
ulaşmadan iki ön evreden geçtiğini ortaya koymaktadır. Okul
öncesi yıllarda çocuklar ölümü, yaşamın durmasını değil azalmasını
içeren geçici bir durum olarak algılarlar (“Ölü insanlar acıkmazlar,
belki biraz…”). Bunu izleyen ara evrede çocuk ölümü bir son olarak
algılar, ama ölümü yine de evrensel ve kaçınılmaz olarak görmez. On
yaş dolaylarında çocuk, yalnızca ölümün bir son olduğunu anlamakla
kalmaz, kendisi de içinde olmak üzere her canlı yaratığın değişmez
yazgısı olduğunu kavrar. Ölümü kavramlaştırma düzeyinin yaştan çok
genel zihinsel olgunlaşma düzeyine sıkıca bağlı olduğu ortaya konmuştur.
Sürekli hastalığı olan çocukların gözlemlenmesi, yaşam deneyimlerinin
yaş ve gelişim düzeyinden daha etkili olduğunu göstermiştir.
Kimi hasta çocuklarda ölüm kavramı daha sistemli bir biçimde
gelişmektedir. Genel olarak zihin gelişimi ve özel olarak ölüm kavramı
gelişimi araştırmaları dikkate alındığında, ölümün son, kaçınılmaz
ve tamamlayıcı olduğu gerçeğinin bunları anlamayacak kadar
küçük olanlar tarafından bile kavrandığı görülmektedir. Bu çocuklar,
kendi durumlarının değişiminden, anababa, doktor ve hemşirelerin
tepkilerinden ve tepkisizliklerinden öğreniyorlar her şeyi. Ama en
önemlisi, kötü durumunu gözlemledikleri diğer hasta çocukların
yaşantılarından öğrendikleridir. Yaşa bakılmaksızın bu çocuklar için
ölüm ve ölme, yoksun bırakan, ayrılma ve kimlik yitimi getiren yaşantılardır.
Ölüm bu çocuklar için hastalık ve yaşam döngüsünün bir parçasıdır.

Sürekli hasta çocukların zaman akışı onların kaçınılmaz ölüm bilgilerini
de yansıtır. Hastalık ilerledikçe gelecek konusunda konuşma
da belirgin biçimde azalır. Gelecek yakın bir tatil ya da yakın bir olayla
sınırlıdır; çocuk bu olayları hızlandırmak için çaba harcar. Daha
önceki uzun vadeli plan ve amaçlardan. örneğin büyüyünce ne olacağından
hiç söz edilmez. Yetişkinler zamana bakıştaki bu gerçekçi
değişim karşısında zor duruma düşerler. Geleceğin bir biçimi olarak
ölümden sonraki yaşam umutsuz hasta çocukların konuşmalarında yer
almaz. YaÅŸlı ve hasta yetiÅŸkinlerde görülen “ödünleme ilkesi”ne çocuklarla
yapılan araştırmalarda rastlanmamıştır; çocuklar her türlü
mutluluğun ya da doyumun çabuk gelmesi gerektiği düşüncesini ortaya
koymuşlardır.

Ölüm olasılığı ile bir bireyin gelecek görüşü arasında algılanan
ilişki, çoğu zaman, yaşlılar açısından ya da hiç olmazsa yaşamı
gözden geçirmesi ve ölümlüğünü kabul edebilmesi için yeterince ömrü
olanlar açısından tartışılmıştır. Yaşamsüresi boyunca zaman kavramı
konusunda bilinenler, gelecek kavramı ile ölüm kavramının en
azından orta çocukluk yıllarından itibaren birbirini etkilediğini ortaya
koymaktadır (Kastenbaum, 1983). Her bireyin, ileri yaşa ulaşmadan
ya da ölüm olasılığıyla karşılaşmadan önce, gelecek ve ölüm kavramlarını
oluşturduğu kişisel bir geçmişi vardır.

Çocuklar ölüme ilişkin düşünce ve duygularını kısmen kişilerarası
iliÅŸkileri içinde oluÅŸturmaktadırlar. Masters’in gözden geçirdiÄŸi
yeni araştırmalar, bilişselliğin kişisel olgunlaşma bağlamında olduğu
kadar toplumsal baÄŸlamda da geliÅŸtiÄŸini ortaya koymuÅŸtur. BiliÅŸsel ve
toplumsal gelişim konusundaki genel bilgilerimiz ölüme ilişkin düşüncelerin
rolü dikkate alınmadıkça tamamlanmış olmayacaktır: aynı
şekilde, ölüm düşüncesinin yaşam süresince gelişimine ilişkin bilgimiz
daha geniş psikososyal olgunlaşma bağlamına yerleştirilmedikçe
eksik kalacaktır. Yetişkinlikteki ve yaşlılıktaki ölüm düşüncelerinin
anlaşılması bireyin kişilerarası bağlamı dikkate alınırsa kolaylaşabilir
ve zenginleşebilir. Örneğin, ölümle ilgili yaşantılar kiminle paylaşılıyor,
birey başkalarının tepkisinden ya da tepkisizliğinden nasıl etkileniyor
sorularının yanıtları aranmalıdır.

Ergenlik araştırmaları ergenlik dönemini pek çok boyutlarıyla ele
aldığı halde, ergenlikteki ölüm kavramını genellikle ihmal etmiştir.
Ergenlik psikolojisi alanında otorite sayılan yazarlar “ölüm”, “ölmek”,
“ölümlülük” konusuna hiç yer vermemiÅŸlerdir. Ölümün yaÅŸlılığa özgü
olduğu kalıpyargısı ergenlik araştırmalarını da etkilemiş görünmektedir.

Araştırmalar ölüm korkusunun ergenlikte en üst düzeyde olduğu
görüşünü doğrulamamaktadır. Ölüm korkusunun, toplumsal destek,
zihinsel olgunluk, bireysel deneyimler gibi baÅŸka deÄŸiÅŸkenlerden etkilendiÄŸi
söylenebilir. Ayrıca, ergenlikte gerçek ölüm, ölüm duygusundan
ve düşüncesinden çok daha belirgindir. Amerika BirleÅŸik Devletleri’nde
bütün nedenlerle ölme oranı ergenler ve genç yetişkinler arasında
gitgide artmaktadır. İntihar ve kendini mahvetmenin dolaylı biçimleri
gitgide daha fazla sorun olmaktadır. İntiharı yaşam süresi boyunca
inceleyen Maris (1981), insanların ergenlik gibi geçiş dönemlerinde
daha duyarlı ve yaralanabilir olduklarını belirtmektedir. Henüz
bu savı destekleyen yeterli veri olmamakla birlikte, Maris, yetişkinlik
eşiğindeki ergenin ve yaşlılık eşiğindeki yetişkinin intihar potansiyeline
dikkati çekmektedir.

c. Yetişkinlik ve yaşlılık

Kuramsal açıdan, ölüm karşısındaki nesnel ve kişisel yönelimler
arasındaki uygunluk derecesine bakılabilir. Bu uygunluk derece derece
mi, yoksa ansızın mı ortaya çıkar (örneğin, özel yaşam deneyimlerine
tepki olarak); başka bir deyişle, daha uygun bir bunalım modeli
mi, yoksa henüz belirlenmemiş bir değişim süreci mi söz konusudur.
Ölümle ilişkilerin değişmesi, zorunlu olarak, bireyin yeni bir kendi
üzerinde düşünme süreci başlatmasına yol açar. Ancak, zaman boyutu
birey yakalandıkça ya da ölüme yaklaştıkça mutlaka kısalıyor değildir.
Yaşlı kişinin gelecek duygusu, kronolojik yaş ya da ölümden olası
uzaklık gibi boş değişkenlerden çok, bireyin çevre üzerindeki denetim
algısına bağlıdır. Ayrıca bireysel farklılıkları da dikkate almak
gerekmektedir. Kimi insanlar yaşam ve ölüm korkularıyla çok erken yaşlardan
itibaren ilgilenirler, kimileri de ileri yaşlara ölüme fazla kafa yormadan
girerler. Bu alanda toplumsal istek ve beklenti deÄŸiÅŸkenleri
önemli bir etkendir. Yaşlıların çoğu yaşam ve ölüm konusunda bilgece
ve şatafatlı şeyler söylemelerinin beklendiğini bilirler; bazıları
gerçekten bu konuları düşünürken, bazıları da yalnızca beklentiye
boyun eğerler. Yetişkinlerin ölüm yönelimleri konusunda sözlü anlatımlar
kadar pratik kararlar da bilgi verebilir. Bir insan bir vasiyet
hazırlamış mı ve bunu değişen koşullara göre düzeltiyor mu? Yaşamını
uzatmak için yeme içme alışkanlıklarını değiştiriyor mu? Tehdit
edici belirtilere karşın sigara içmeyi sürdürüyor mu? Ciddi biçimde
hasta olan arkadaşlarını ziyaret ediyor mu, bundan kaçınıyor mu?
Ölüm ilanlarına bakıyor mu, bakmaktan kaçınıyor mu?

Bilişsel uyumsuzluk kuramı bu konuda yararlı olabilir. Yaşlanan
birey ölümle ilişkili etkenleri dikkate aldıkça gerçeklik ile bilişsel
tasarım arasında daha fazla uygunluk ortaya çıkar. Ancak, ölümle ilişkili
düşüncelerin kendisi yerleşik tutumlarla çatışarak uygunsuzluk yaratabilir.
Gerçekliğin baskısından kaçarak yüreğimizin derinliklerinde
genç ve ölümsüz mü kalmalıyız, yoksa ölümün düşüncemizde daha
geniş bir yer almasına izin mi vermeliyiz? Bireyin ölüm bilgisini zihinsel
yaşamında gözden geçirmenin hem yararı hem da zararı vardır
ve bu alanda kulladığımız stratejiler bizi her yaşta etkileyen her
şeyden etkilenmektedir (zihinsel olgunluk düzeyi, kişilerarası destek,
stres, sağlık gibi).

Ölüm karşısındaki yönelimleri yalnızca kronolojik yaştan kestirme
yolu pek verimli olmamaktadır. Ölümle ilgili düşünceleri diğer
değişkenlere bağlı olarak açıklama girişimi de karışık sonuçlar vermektedir.
Araştırmalarda kullanılan tekniklerin sınırlılıklarını dikkate
almak gerekmektedir. Aslında, ölüm korkusunu ve düşüncesini ortaya
çıkarmak için kullanılan tekniklerin neyi ölçtüğü hep tartışma konusu
olmuştur. Yetişkinlikteki ölüm tutumlarını açıklamaya çalışan kuramlar
genellikle deneysel bulgularla desteklenememiÅŸtir. Bu konuda o
kadar çok yöntembilim sorunu vardır ki, başarısızlık ne yalnızca kavramlara,
ne de işlemlere bağlanabilir. Akademik türden ölüm araştırmalarının
birtakım güçlükleri sürüp giderken, klinik ve diğer uygulamalı
araştırmalar yararlı olmaktadır. Araştırmacılar 25-90 yaşları arasındaki
bin erkeği inceleyerek, her yaş düzeyinde yüksek, orta ve
düşük düzeyde anksiyete bulmuşlardır. Yüksek anksiyeteli genç ve
orta yaşlı erkekler doktorların teşhis edebildiğinden daha fazla hastalık
bildirmişlerdir. Yüksek anksiyeteli yaşlı erkekler ise hastalıklarını
azaltarak belirtmişlerdir. O halde kimler sağlıklarını doğru olarak
bildirmektedir? Büyük olasılıkla yüksek anksiyeteli olmayan “iyi
uyum saÄŸlamış” yaÅŸlılar… Anksiyeteli yaÅŸlı erkekler yaÅŸama yönelik
güncel bir tehditten (hastalık) korunmak istemişler, buna karşılık
anksiyeteli genç erkekler yaşamlarının tehlike içinde olduğuna gerçekten
inanmadıkları için semptomlar üzerinde yoğunlaşmışlardır. Bu gözlemin
pratik sonuçları açıktır: Hastanın anksiyete düzeyi ve bununla
başaçıkma biçimi klinik değerlendirmeye katılmalı ve yaşlıların sağlıkla
ilgili bildirileri dikkatle ele alınmalıdır.

Araştırmacılar, yüksek ölüm anksiyetesi bildiren yaşlı kadınların
zaman karşısında mülkiyetçi olduklarını ve zamanın çabuk geçmesini
istemediklerini buldular. Bu bulgu bireyin zamanın güçlükle geçişine
ilişkin algı örüntüsüyle açıklanabilir. Bu konunun araştırılmasında
yalnızca sözel tepkilerin derlenmesinin yeterli olmadığını, doğal durumlarda
yapılmış dikkatli gözlemlere gerek olduğunu bir kez daha
belirtmekte yarar var.

Yetişkinlerin ölüm karşısındaki yönelimleri sözel tepkilerle tam
olarak anlaşılamadığına göre, belki sözel olmayan davranışların en
aşırısı olan intihar aydınlatıcı olabilir. Yaşama karşı ölümü seçmek
çocukluktan yaşlılığa kadar her düzeyde ortaya çıkan bir olgudur.
Amerika BirleÅŸik Devletleri’nde intihar konusunda cinsiyet farklılığı
olduğu, erkek intiharlarının kadınlarınkinden üç kat fazla olduğu dikkati
çekmektedir. Üstelik erkekler daha şiddetli ve etkin yöntemler
kullanmaktadırlar (kadınlar tipik olarak ilaç kullanmayı, erkekler ise
ateşli silahları, damar kesmeyi, yüksekten atlamayı seçiyorlar). İntihar
olayları kronolojik yaşa bağlı olarak çocukluktan genç yetişkinliğe
doğru artmaktadır. Kadınların intiharı 40 yaşlarının ortalarına kadar
artmayı sürdürmekte, 80 yaşlarının ortalarında düşmektedir. Erkek intiharı
25-40 yaşlarında biraz durmakta -yine kadınlardan fazla-, sonra
80’lere doÄŸru yeniden yükselmektedir. 20’inci yüzyılda intiharların artış
gösterdiği gerçeğini de dikkate almamız gerekiyor.

Murphy, intiharın evli olmamak, az arkadaşı olmak, ölümden
sonraki yaşama inanmamak, depresyona girmek gibi özelliklerle ilgili
olduğunu ileri sürmektedir. Yaşlanmayı korkunç bir şey olarak algılayan
ve yaşlılıktaki rol beklentileri olumsuz olanlarda intihar daha
fazla olmaktadır. Boldt, intiharın sorunlara çözüm olarak kabul edilmesinde
zaman ve kuşak farklılıklarını soruşturduğu araştırmasında,
genç kuşağın yaşlılara göre intihara karşı daha kabul edici bir tutum
gösterdiğini, daha da ilginci, gençlerin ölüme karşı da daha kabul edici
olduklarını buldu. Genç kuşağın intihar ve ölüm karşısındaki kabul
edici tutumları ile gençlerin artan intihar oranları arasında nedensel bir
iliÅŸki olduÄŸunu kabul etmek acele etmek olur; ama yine de Boldt’un
bulguları olası bölük etkisini (cohort enfluence) vurgulaması açısından
önemlidir. Boldt’a göre ölümü ceza olarak görmek ya da olumlu
olarak değerlendirmek intiharı destekleyici ya da engelleyici bir etken
olabilmektedir. Yaşlıların da intihar karşısında gençliklerindekine göre
daha hoşgörülü oldukları, ölümün bir ceza olduğu görüşünü zamanla
değiştirdikleri görülmektedir. Başka araştırmalar da, kurumlardaki
ve hastanelerdeki yaşlılarda çevre kısıtlamaları ile kendine zarar verme
eğilimi arasında ilişki olduğunu göstermektedir. Bu bulgulara göre
kurumlardaki yaşlılar yaşamlarına son vermeyi sık sık düşünmektedirler.
Sonuçlanmış intihar girişimlerinin kendine zarar verme olaylarından
daha az olduğu görülmektedir. Özellikle orta ve ileri yaşlarda
artan bağımlılık korkusu ve umutsuz hastalık intiharların kaynağını
oluşturmaktadır (Birren ve Warner Schaie, 1985).

%d blogcu bunu beÄŸendi: