hd porno porno hd porno porno

YAÅžLILIK PSÄ°KOLOJÄ°SÄ°-4

5.538 okundu

2. Toplumsal Çevre

Aile yaşamı en fazla araştırılan konulardan biri olmakla birlikte,
yaşlıların yaşamında arkadaşlık ilişkileri de çok önemlidir. Ancak,
bazı araştırmalar uzun süreli arkadaşlıkların korunduğunu gösterirken,
bazıları da yaşla birlikte ilişkilerin zayıfladığını ortaya koymaktadır.
Birçok araştırmacı kadınların erkeklerden daha anlamlı ve derin arkadaşlıklar
kurabildiklerini belirtmektedir. Yaşlı erkekler eşlerine her
yönden daha bağımlılar ve eş yitimine daha zor uyum sağlıyorlar, kadınlar
ise ailede kopukluk olunca arkadaşlarına daha kolay dönebiliyorlar.
Erkeklerin daha geniş bir arkadaş çevresi oluyor. Orta sınıf arkadaşlarını
korur ve çoğaltırken, işçi sınıfı komşuları yeğliyor. Ayrıca,
yaşam doyumu da arkadaşlıkla ilişkili bulunmaktadır. Blau, yaşlılıkta
yeni bunalım ve rol değişimleriyle başaçıkmada arkadaşlığın önemini
vurgulamaktadır. Bununla birlikte, arkadaşlık aile ilişkilerinin yerini
dolduramamaktadır. Doğrudan bakım olmasa bile, kurumlardaki yaşlılarla
daha çok aileleri ilgilenmektedir. Kuruma gitmek çocuklarla ilişkiyi
bozmamakta, hatta bazen güçlendirmektedir.

Yaşlılarla ilgili toplumsal politikaların, hizmetlerin, programların
geliştirilmesine katkıda bulunan politikacılar, sosyal çalışmacılar,
iktisatçılar ve gerontologlar yaşlıların bellibaşlı toplumsal sorunlarını
beÅŸ kategoride toplamaktadırlar: “gelir”, “saÄŸlık”, “bakımevi”, “ulaşım” ve
“beslenme”. Bunlar kadar somut olmamakla birlikte aynı derecede
önemli olan diğer sorunlar, eğitim, iş, emeklilik sonrası roller, tinsel
gereksinmeler, güvenlik vb. gibi sorunlardır. Bütün bu sorunların çözümü
yaşlı kişileri toplum içinde tutma amacını destekleyecektir.
İnsanın toplumsal bir yaratık olduğu ve insanlığını dile getirecek toplumsal
araçlara gereksinmesi olduğu herkesçe bilinmektedir. Yaşlanan
bir kişinin yaşlılığa uyum sağlaması ile topluma uyum sağlaması arasında
yakın bir bağ olduğu da söylenebilir. Uyum kuramları işte bu sorunu
açıklamaya çalışmaktadır.

a) İlişki kesme kuramı (disengagement theory). Elaine Cumming
ve William E. Henry’nin geliÅŸtirdiÄŸi bu kuramda, yaÅŸlılık, fiziksel,
psikolojik ve toplumsal açıdan toplumsal dünyadan derece derece
geri çekilme süreci olarak görülmektedir. Fiziksel düzeyde, insanlar
etkinliklerini yavaşlatır ve enerjilerini elde tutarlar. Psikolojik düzeyde,
geniş dünyayla olan ilişkilerini öncelikle kendilerini ilgilendiren
yaşam alanlarında odaklaştırmaya yönelirler. Dışardaki dünyaya yönelttikleri
dikkatlerini kendi duygu ve düşüncelerinin iç dünyasına
çevirirler. Toplumsal düzeyde, karşılıklı bir geri çekilme söz konusudur,
böylece toplumun diğer üyeleriyle yaşlı kişi arasındaki etkileşim
de azalır. Birey toplumdan geri çekilir, toplum da bireyden elini çeker.
Cumming ve Henry’e göre iliÅŸki kesme, toplumu ve bireyi tedavi edilemez
hastalığın ve ölümün sonul ilişki kesmesine önceden hazırlayan
ilerleyici ve karşılıklı doyum verici bir süreçtir. Yaşlılar için ilişki
kesme, istenen ve oynanan rollerin, kurulan ilişkilerin azaltılmasıyla
gerçekleştirilen bir süreçtir. Bunun sonucu olarak, yaşlılar ölümle rahatça
karşı karşıya gelebilirler. Toplum da kendi yönünden ilişki kesmeyi
destekler, çünkü böylece yaşlıların geliştirdiği birtakım işlevleri gençlere
aktarabilir.

İlişki kesme kuramı hem çok saldırıya uğramış, hem de geniş
ölçüde savunulmuştur. Her iki yönde yapılan kesitsel araştırmalar ise
kuşak farklılıklarını yaş farklılıklarıyla karıştırmak açısından
eleştirilmiştir. Öte yandan, en azından 75 yaşın altındakiler için yaşlılık,
çeşitli örgütlere gönüllü olarak katılma düzeyinde kararlılık ve süreklilik
gösteriyor görünmektedir. Ancak çok yaşlı kişilerin birçok üyeliklerini
azalttıkları ve gruplarda etkin katılımdan çekildikleri söylenebilir.
Sonuç olarak, ilişki kesme kuramının, yaşlı kişilerin daha önceki
yaşamlarının anlamlı yönlerinden ayrılmalarını ve yalıtılmalarını
abarttığı ileri sürülebilir.

b) Etkinlik kuramı (activity theory). Etkinlik kuramı, ilişki
kesme kuramına alternatif olarak, sosyolog Robert J. Havighurst, Bernice
L. Neugarten ve Sheldon S. Tobin tarafından geliştirilmiştir. Bu
kurama göre, kaçnılmaz biyolojik ve sağlıksal değişmeler dışında,
yaşlı kişiler temelde aynı olan psikolojik ve toplumsal gereksinmeleriyle
orta yaşlı kişilerle aynıdırlar. Bu açıdan bakıldığında, yaşlılığı
belirleyen toplumsal etkileşim azlığı toplumun yaşlı kişiden elini
çekmesinden kaynaklanır. Yaşlı kişi orta yaş etkinliklerini olabildiğince
uzun süre korumak ister ve terketmeye zorlandığı etkinliklerin yerine
yenilerini koyar.

Etkinlik kuramcıları, ilişki kurmanın 60 ya da 55 yaşından sonra
bazen azalmakta olduğu görüşüne katılırlar. Yaşlı kişilerin etkinlik
düzeyinin, doyum ve mutluluğunun azalmakta olduğunu da kabul
ederler. Ancak bu azalmanın istenen birşey olduğu görüşünü reddederler.
Sağlıklı yaşlıların çoğu etkinlik düzeyini oldukça basit tutmaktadır.
İlişki kesme ya da kurma oranı daha çok geçmişteki yaşam
biçimlerine, sosyoekonomik statülere ve sağlık koşullarına bağlıdır.
Ancak bütün bunlar yaşlıların mutlaka daha olumlu bir yaşam düzenlemesi
yaptıkları anlamına gelmez. Ayrıca, kimi yaşlı kişiler mutluluğu
kalabalıkta bulurlar, kimileri yalnızlıkta ararlar. Yaşam deneyimini
kalitesinin en anlamlı ölçüsü, moral, yaşam doyumu ve düzenlemedir.

c) Rol bırakma kuramı (role exit theory). Bu kuram sosyolog
Z. S. Blau tarafından önerilmiÅŸtir. Blau’ya göre; emeklilik ve dulluk
yaşlı kişinin toplumun temel kuramsal yapılarına (iş ve aile) katılımını
sona erdirir. Buna bağlı alarak yaşlıları toplumsal bakımdan yararlı
kılan olanaklar da azalmaktadır. Blau, meslek ve evlilik statüsü yitimini
özellikle yıkıcı nitelikte görmektedir. Çünkü bunlar yetişkin kimliği
için demir atma noktaları olan temel rollerdir. Sosyolog Irving Rosow,
benzer bir yaklaşımla, BirleÅŸik Devletler’de insanların yaÅŸlılığa etkili
bir biçimde toplumsallaştırılmadıklarını savunmaktadır. Yaşlılıkta
beklenen davranışları tanımlayan toplumsal normlar zayıf, belirsiz ve
sınırlıdır. Ayrıca, yaÅŸlılar temelde “rolsüz rol” olan rollerine toplumsal
bakımdan değersizleşen statülerine uyum sağlama konusunda pek az
güdülüdürler.

Rol bırakma kuramı, yaşlı kişilerin çoğunun toplumsal yitimler
hissettiği konusunu abarttığı ileri sürülerek eleştirilmiştir. Yaşam
doyumuyla ilgili boylamsal araştırmalar yaşlıların çoğunun çok az toplumsal
yitim hissettiklerini ya da hiç hissetmediklerini göstermektedir.
Yaşlıların çoğu, işlerini ve ana-babalık rollerini yitirmelerinin
karşılığının, özgürlüğün ve eskiden beri istedikleri şeyleri yapma olanağının
artması olduğunu belirtmektedir.

d) Toplumsal değiştokuş kuramı (social exchange theory).
James J. Dowd gibi sosyologlar toplumsal değiştokuş kuramını yaşlılık
sürecine uyguladılar. Bu kurama göre, insanlar toplumsal ilişkilere
girerler, çünkü bundan birtakım ödüller çıkarırlar (ekonomik
destek, tanınma, güvenlik, sevgi, vb.). Ödül elde etme sürecinde birtakım
bedeller de öderler (olumsuz yaşantılar, yorgunluk, çabalama,
vb.) ya da olumlu yaşantılardan ödüllendirici etkinlik uğruna vazgeçmek
zorunda kalırlar. Yaşlılığa uygulandığında bu kurama göre, yaşlılar
pazarlık etme güçlerindeki düşüş nedeniyle yaralanabilir oluşlarının
arttığı bir konumda bulunmaktadırlar. Endüstrileşmiş toplumlarda
yaşlıların daha önce sahip oldukları beceriler teknolojik gelişmeler
içinde gitgide modası geçmiş kalmaktadır. Ayrıca, yaşlı bir işçi işte ne
kadar uzun kalırsa genç işçilerin meslekte yükselmelerini o kadar
engellemektedir. Yaşlı işçiler iş gücündeki yerlerini toplumsal güvenlik
ve tıbbi hizmetle değiştokuş etmektedirler.

Toplumsal değiştokuş kuramcıları kendi görüşlerini, modernleşme
ile yaşlılık statüsü arasında bulunan karşıt ilişkiye dayandırmaktadırlar.
Yaşlıların endüstrileşmemiş ve geleneksel toplumlardaki
konumu yüksektir, çünkü yaşlılar bilgi birikimini ve denetimini
sağlamaktadırlar. Endüstrileşme ise geleneksel bilgi ve denetimin önemini
azaltmaktadır doğal olarak. Ancak, modern endüstri toplumlarında
yaşlıların yüksek statülerde bulunduklarını gösteren istisnalar
da vardır (Rusya, Japonya gibi). Toplumsal değiştokuş kuramı yaşlıların
bir toplumdaki konumunu etkileyen değiştokuş ögelerine dikkati
çekse bile, tam bir açıklama getirmekten çok uzaktır (Vander Zanden, 1981).

e) Süreklilik kuramı (continuity theory). İlişki kesme ve etkinlik
kuramlarının sınırlılıkları, yaşlılığın karmaşık süreçlerine daha geniş
bir açıdan bakmayı gerektirmiştir. R. C. Atchley tarafından geliştirilen
süreklilik kuramı, yaşlılıkta bazı rollerle ilişkinin kesilmesi,
bazı rollerdeki başarının sürdürülmesi bileşimine dayanmaktadır.
Atchley’e göre, bireyler yetiÅŸkin olma sürecinde birtakım alışkanlıklar,
bağlantılar, tercihler geliştirirler ve bunlar giderek kişiliğin bir parçası
haline gelir. Birey yaşlandıkça söz konusu bu özelliklerin sürekliliğini
korumaya yönelir. Süreklilik kuramı yaşlılığın karmaşıklığını vurgulayan
bir kuramdır.

:::::::::::::::::

Ä°V. YAÅžLILIKTA RUH SAÄžLIÄžI

Daha önce de söz edildiği gibi, yaşlılık dönemiyle ilgili birtakım
kalıpyargılar vardır. Butler’e göre bunlardan birincisi doÄŸrudan doÄŸruya
yaşlılığın kendisi ile ilgilidir: Kronolojik yaşlanma, bir insanın
yaşını yaşadığı yılların sayısıyla ölçme. Oysa fizyolojik, kronolojik,
psikolojik ve toplumsal yaÅŸlanma derecelerinde bireyden bireye deÄŸiÅŸen
büyük farklılıklar olduğu bilinmektedir. İkinci kalıpyargı üretim
dışı olmakla ilgilidir. Oysa hastalık ve toplumsal sorunlar olmadığında
yaşlı kişilerin de üretken olma ve yaşama etkin olarak katılma eğiliminde
oldukları görülmektedir. Önceki kalıpyargıya bağlı bir üçüncüsü,
ilişkisizlik, yani yaşlı kişilerin yaşamdan kopmayı, yalnız ya da
kendi yaşıtları arasında yaşamayı yeğledikleri biçimindedir. Ancak,
toplumdan kopmanın yaşlılığın doğal bir yanı olduğu görüşünü destekleyen
yeterli sayıda bulgu yoktur. Dördüncü kalıpyargı esnek olmama
savıyla ilgilidir. Bir insanın değişme ve uyum sağlama yeteneği
yaşından çok, yaşamboyu taşıdığı kişiliğiyle ilgilidir. Beşinci sorun
bunaklık (kocama= senility) kavramıyla ilgilidir; bu kavram yaşlıların
kaçınılmaz olarak bunayacağını ifade eder. Yaşlı kişiler de tıpkı genç
kiÅŸiler gibi anksiyete, keder, depresyon ve paranoid durumlar yaÅŸayabilirler.
Benjamin Rush bunamanın yaşlanma sürecinden ayrı, farklı
bir hastalık olduğunu göstermiştir. Kötü beslenme, uyuşturucu kullanımı,
alkolizm, fiziksel bir hastalığın tanılanmaması gibi sorunlar
bunama nedeni olabilir. Altıncı kalıpyargı huzur (serenity) kavramıyla
dile gelir. Buna göre yaşlılık göreli bir barış ve huzur çağıdır. Gerçekte
ise yaşlı kişiler başka herhangi bir yaş grubundakilerden daha
fazla stres yaşarlar, üstelik bu stresler çoğu zaman yıkıcıdır. Yaşlının
bu bunalımlara direnme gücü dikkat çekicidir; böyle durumlarda sakinlik,
beklenmeyen ve uygun olmayan bir tepki olacaktır. Depresyon,
anksiyete, psikosomatik hastalıklar, paranoid durumlar dış streslere
karşı içsel tepkilerdir. Keder yaşlıya sık sık eşlik eden bir duygudur.
Apati ve boşluk, yakınların yitirilmesini izleyen ilk şokun ortak bir
kalıntısıdır. Fiziksel hastalık ve toplumsal yalıtılma yasın ardından
gelebilir. Anksiyete birçok biçimde kendini gösterebilir: Düşünmede ve
davranışta katılık, çaresizlik, huzursuzluk, kuşkuculuk ve bazen paranoya.

Butler, yaşlılıkla ilgili bütün kalıpyargıların ve söylencelerin kısmen
bilgisizlikle, kısmen de yaşlılarla gündelik ya da profesyonel ilişkinin
yetersiz olmasıyla açıklanabileceÄŸini düşünmektedir. Butler’e
göre hepimizin içinde bulunan bir baÅŸka güçlü etken de “yaÅŸ ayırımı”
diye adlandırılabilecek etkendir. Irk ayırımcılığı (racism) ve cinsiyet
ayırımcılığı (sexism) nasıl insanları derilerinin rengine yada cinsiyetine
göre ayırıyorsa, yaş ayırımcılığı da (ageism) insanları sırf yaşlı oldukları
için sistemli bir ayırıma tabi tutma ve kalıplara sokma sürecidir.
Yaşlı insanlar bunak, düşüncede ve davranışta katı, ahlak ve denetim
açısından eski moda gibi kategorilere konulmaktadırlar. Yaş
ayırımcılığı genç kuşaklara yaşlı insanları kendilerinden farklı görme
yolunu açar. Böylece üstü kapalı biçimde yaşlıları insan olarak tanımama
eÄŸilimi doÄŸar.

Toplum daha dengeli bir yaşlılık anlayışına nasıl kavuşabilir ve
ileri yaşların sorunlarını gözeterek insanlara başarlı bir yaşlılık nasıl
sağlanabilir? Toplumun daha duyarlı bir yaşlılık kavramına sahip olması
için alınabilecek önlemler (toplumsal refah politikalarının oluşturulması,
kitle iletişim araçlarının işletilmesi, vb.) uzun erimlidir.
Yaşlılara psikolojik yardım ve destek sağlamaya yönelik teknikler
içinde, yaşamı gözden geçirme terapisi ve yaşam döngüsü grup terapisi
sayılabilir.

Yaşamı gözden geçirme terapisi (life review therapy) yaşlı
kişiden ve diğer aile üyelerinden geniş bir özyaşam öyküsü alınmasına
dayanır. Yaşlı kişiler geçmiş yaşamlarına baktıklarında çoğu zaman
yaptıklarından değil, yapmadıklarından esef duyarlar. Yaşlıların
geçmişlerinden sık sık söz etmeleri ve geçmişteki yaşantılarını yineleyerek
anlatmaları aslında geçmişi düşünme ve gözden geçirme eğiliminin
dışavurması sayılabilir. Geçmişi gözden geçirme eyleminde
yalnızca geçmişi anımsama değil, aynı zamanda geçmişi çözümleme
boyutu da vardır; dolayısıyla geçmişi gözden geçirme amaçlı ve etkin
bir süreçtir. Bu süreçte yaşantıları bütünleştirmek ve yorumlamak söz
konusudur. Butler’a göre bu süreçte yaÅŸamı gözden geçirme içsel,
anımsama ise davranışsal boyutu oluşturmaktadır.

Yaşam döngüsü grup terapisi (life-cycle group therapy), tedavi
gruplarına 15 yaştan 80 yaşına kadar bireyleri birlikte alma temeline
dayanır. Yaş ayırımının kuşaklar arasındaki duygu, deneyim ve destek
alışverişini önlediği inancı bu yaklaşımın temelidir. Bu gruplarda yalnızca
içsel psikiyatrik bozuklukların tedavisi değil, yaşam döngüsündeki
değişikliklerden doğan sorunların çözülmesi de amaçlanmaktadır.
Gruba girmenin ölçütü, etkin bir psikozu olmamak, buna karşılık
akut ya da kronik yaşam bunalımı geçiriyor olmaktır (Butler, 1977).

Günümüzde, yaşlı insanların mutlaka geçmişe bağımlı, yaşamın
dışına düşmüş kişiler olduğu düşünülmemektedir artık. Tam tersine,
bugün yaşlıların kendini yenileme yeteneklerine daha fazla inanç ve
güven duyulmaktadır. Yaşlılar kendilerine özgü sorunlara karşın, ulaştıkları
olgunluk, birikim ve doyum düzeyi ölçüsünde yaşama bağlanma
şansına sahiptirler. Bunun için de yaşlıların, yaşama ve kendilerine
gereken ilgiyi ve özeni göstermeleri yetmektedir. Bu açıdan, bakım
kurumlarının yaşlılara verdiği edilgin destek yeterli değildir, yaşlıları
edilgin bırakmayacak önlemlere gerek vardır. Bütün gün televizyon
izlemek, hiç spor yapmamak, sürekli ilaç tüketmek gibi durumlar yaşlıları
edilginliğe itmektedir. Oysa yaşlılara uygun spor, grup psikoterapisi
gibi etkinlikler onları daha etkin kılabilmektedir: Bu düzenli destekler
de yaşlıların kendini yenileme yeteneklerini harekete geçirmektedir.

Öte yandan, yaşlıların ruh sağlığıyla yakından ilgili olduğu için
yaÅŸam doyumu olgusunu da incelemekte yarar var. Neugarten’e göre
yaÅŸam doyumu (life satisfaction), kiÅŸinin yaÅŸamda ne istediÄŸi ile ne
elde ettiğinin karşılaştırılmasından elde edilen sonuçtur. Yaşam doyumu
ile yaşın ilişkisini araştıran araştırmaların genel bulgusu yaş arttıkça
yaşam doyumunun azaldığı biçimindedir. Başka bir deyişle, yaşlı
grupta yaşam doyumunun genç gruptakine oranla daha düşük olduğu
görülmektedir. Ancak, yaşlı insanların sağlık durumlarının,
ekonomik koşullarının, etkinlik düzeylerinin yaşam doyumunda
önemli bir belirleyici olduğu bilinmektedir. Öte yandan, yaşam doyumunun
yaşla azaldığını ileri süren genel kanıyı bazı çalışmaların desteklemediği
de görülmektedir. Clemente yaşlanmayla birlikte belirli
bir doyumun daha yerleşik duruma geldiğini savunmaktadır. Diener,
yaşam doyumunun çok genç ve çok yaşlılarda farklı olmadığını, en
önemli farkın 45 yaş dolaylarında ortaya çıktığını, asıl bu yaş grubundaki
insanların diğer iki gruba oranla daha doyumsuz olduğunu bildirmektedir.
Sonuç ne olursa olsun, yaşam doyumu ile yaş arasındaki
ilişkinin nedensel bir ilişki olmadığı söylenebilir. Yaşlı insanların
yaşam doyumu düzeyi yalnızca yaşlanmalarına değil, daha çok dış
koşullara bağlı görünmektedir. Örneğin Birren yaşlılığa bağlı ruhsal
sorunların kentlerde kırsal kesimlerdekinden daha fazla görüldüğünü
söylemektedir. Sonuç olarak, dış koşullarla daha etkin biçimde başedebilen
yaşlıların yaşam doyumu düzeyinin daha yüksek olacağı düşünülebilir.

Son olarak, yaşlıların stresle başa çıkmalarında karşılaşılan sorunlardan
söz etmemiz gerekmektedir. Yaşlı kişilerin karşılaştığı streslerin
çoğunun (sağlığın bozulması, gelirin azalması, eşin ölümü gibi)
öncelikle olumsuz olduğu bilinir. Yaşlanan bağışıklık sistemi de yaşlı
kişileri stresin etkilerine daha açık duruma getirmektedir. Olaylar
arttıkça ve yaşlının denetim duygusu azaldıkça stres daha da yıkıcı
olmaktadır. Denetim duygusu ile sağlık durumu arasındaki ilişkinin insanlar
yaşlandıkça arttığı bilinmektedir. Denetim duygusu stresin
yıkıcı etkisini çeşitli yollarla azaltabilmektedir. İnsanlar çaresiz
olmadıklarına, belirli bir denetime sahip olduklarına inandıklarında hoşa
gitmeyen olayların yaşamları üzerindeki yıkıcı gücü azalmaktadır. Öte
yandan, denetim duygusu strese karşı gösterilen fizyolojik tepkileri
azaltmaktadır (denetlenemeyen stresin bağışıklık sisteminin kanserle
savaşma yeteneğini zayıflattığı saptanmaktadır). Son bir nokta da,
çevreleri üzerinde belirli bir denetim duygusuna sahip olan kişilerin
sağlıklarını koruma konusunda daha etkin olmalarıdır; sağlıkla ilgili
bilgileri daha fazla ediniyorlar, kendilerine iyi bakıyorlar, tıbbi
kontrollerini yaptırıyorlar, vb.

Bilindiği gibi, stresin etkisini azaltmayı sağlayan etkenlerden biri
de toplumsal destektir. Aile ve arkadaş çevresi yaşlı kişilere hem toplumsal
kimliğin sürdürülmesi olanağını, hem de duygusal destek,
maddi yardım, bilgi ve hizmet sağlamaktadır. Özellikle geleneksel
toplumlarda bu desteğin çok güçlü olduğu, gelişmiş toplumlarda ise
daha fazla kurumsallaştığı bilinmektedir. Toplumdan yalıtılmak yaşlı
kişiler için son derece yıkıcı bir duygudur. Sonuç olarak denetim duygusunun
ve toplumsal desteğin aynı derecede önemli olduğu söylenebilir
(Hoffman ve ark., 1994).

:::::::::::::::::

V. ÖLÜM

Doç. Dr Meral Çileli

GeliÅŸmiÅŸ Batı toplumlarında yakın zamanlara kadar ölüm “tabu”
konulardan biri olarak görülmüştür. Kimi bilim adamları, örneğin
Amerikan kültürünü “ölümü yadsıyan kültür” olarak tanımlamışlardır.
Sosyal antropolog Benedict’e göre, Amerikan toplumunda çocuklar,
cinsellik, doğum ve ölüm gibi doğal olaylara tanık olmamakta, bu da
bireyin gelişiminde süreksizlik yaratmaktadır.

Son yirmi yılda bu örüntü değişmiş, Batı toplumları ölümü yeniden
keşfetmişlerdir. Tanatoloji, yani ölüm incelemesi son yıllarda gittikçe
geliÅŸmiÅŸtir. Aynı zamanda, kitle iletiÅŸim araçlarında da “ölüm cezası”,
“ölme hakkı”, “klinik ölüm” gibi sorunlar gitgide daha fazla
işlenir olmuştur. Günümüzde ölümü seçme hakkının yasallaştırılması
yönünde güçlü akımlar vardır ve ölüme mahkum hastalara ölme hakkının
tanınması savunulmaktadır. Amerikada 1980’de kurulan ve
ölümcül hastaların ölme hakkına sahip olması gerektiği düşüncesini
savunan Hemlock DerneÄŸi, ilgili yasalarda deÄŸiÅŸiklik istemekte ve bu
girişim acı çeken hastalar ve yakınları tarafından şiddetle
desteklenmektedir. Böylece Batı kamuoyu ölümü yeniden yaşamın bir gerçeği
olarak benimseme aşamasına ulaşmış görünmektedir. Nitekim, The
Lancet 1966’da yayınladığı bir baÅŸmakalede şöyle yazıyordu: “Tarihin
birçok döneminde, hiç olmazsa ideal olarak, ölüme ve ölmeye karşı
olumlu, metin ve gerçekçi bir tutum yaygındı. Biz bugün bunu yitirmişe
benziyoruz… Artık kendimizi ölüme ve ölmeye karşı yeni bir
açıdan bakmaya inandırsak nasıl olur?”

Günümüzde psikoloji bu yeni bakış açısını sağlamaktadır bize.
Gelişim psikolojisi insan yaşamını doğumdan ölüme dek bir bütün
olarak ele almaktadır. Rowland, Kastenbaum ve Costa, Kastenbaum,
Meyers, Marshal, Kalish 70’li ve 80’li yıllarda bugün yol gösterici
varsayımlar kurmaya olanak veren araştırmalar gerçekleştirmişlerdir.

:::::::::::::::::

1. Yaşam Süresince Beklentiler

Birey ve toplum olarak geliÅŸim konusunda belirli bir beklentimiz
vardır, dolayısıyla büyümeye ilişkin bilgilerimiz gerileme konusundaki
bilgilerimizden daha çok ve daha kesindir. Örneğin, zamanında
yürüyüp konuşamayan bir çocuk, zekası zamanından önce kuruyan bir
yetişkinden daha çok dikkat çeker. Her insan kendi gelişim ve gerileyişini
kişisel beklentisiyle karşılaştırdığı gibi, diğer insanların gelişim
durumlarıyla da karşılaştırır. Kişisel ve kişilerarası beklenti çerçeveleri
insanın yaşam boyunca ölümle ve yitirmeyle olan ilişkilerini de
etkiler. Robert Kastenbaum’a (1985) göre bellibaÅŸlı temel beklentilerin
bazıları şunlardır:

(a) Sürekli büyüme beklentisi ilk yıllar için yüksek ve tutarlıdır.
Gelişim uzmanı, anababa ve çocuk, büyüme ve olgunlaşma olarak
bilinen deÄŸiÅŸimi beklerler.

(b) Yaşamın ilk yıllarında gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri
düşük ve tutarlıdır: Bu durum yirminci yüzyılda bebek ve çocuk
ölümlerindeki sürekli düşüşün sonucu olarak gelişmiştir.

(c) Yaşamın ileri yaşlar için büyüme, gerileme ve yitirme beklentileri
karışık ve tutarsızdır.

(d) Büyüme, gerileme, yitirme ve ölüm beklentileri bireyin zihinsel
gelişim düzeyinden etkilenir. Büyüme ve gerileme bireyin genel
referans çerçevesine bağlıdır, bu da gelişim düzeyiyle ilişkilidir.

Genellikle yaşamın ilk yıllarındaki büyümeye ayarlanmış olan insanoğlu
için bu dönemde gerileme, yitirme ve ölüm onun beklentisi
dışında ortaya çıkan olgulardır. Söz gelimi, çocuk ölümünü tanımaktan
kaçınır ve bu olay için hep “zamansız” sıfatını kullanırız. Çocuklara
verdiğimiz değer onların ölümünden duyulan kederi arttırmaktadır.
Çocuk ölümü ile çocuğa verilen değer arasında ilişki vardır. Dindar
anababaların ne kadar yaşayacağını bilmedikleri için çocuklarına
bağlanmaktan kaçındıklarına ilişkin örnekler tarihte oldukça çoktur.
Ölümü abartılı bir biçimde sadece ileri yaşlarla düşünmemiz, ölüm ve
diğer türden yitimleri kendimizden uzak tutmayı istememizden de
kaynaklanmaktadır. Feifel ölüm korkusuna bilinçli tepkinin, sınırlı
korku, fantazi düzeyinde ambivalans, bilinçsiz düzeyde nefret biçimlerinde
olduğunu belirtmektedir. Ölümün sadece yaşlıları ilgilendiren
bir konu olduğu beklentisi, toplumun kaynaklarını en iyi biçimde örgütlemede
yararlı olmaktadır. Genellikle yaşlı insan ölme sırası açısından
en uygun kişi olarak görülür, keder duyulsa da beklentinin
gerçekleşmiş olması psikolojik güven sağlar: Ölüm, var olduğuna
inanmak istediÄŸimiz bir oyunu “kurallarına uygun” olarak oynamıştır!

Bu beklentilere katkıda bulunan iki kaynak söz konusudur. Tarihsel
boyut, toplumun yaşlılara her zaman biraz ambivalansla baktığını
ortaya koymaktadır. Yaşlılara karşı saygı duyma ve duygusal bağlar
geliştirme ile, sınırlı kaynakları gençlere ayırma isteği her zaman birlikte
var olmuştur. Yaşlı insanı, yitiren, acı çeken ve ayrılan kişi olarak
görerek bir rakipten kurtulmak söz konusudur. Bilim alanında
bile yaÅŸlılar için “görevler” belirleyen psikososyal geliÅŸim kuramları
hep yaşamın gözden geçirilmesi ve ölüme hazırlanma görevleri üzerinde
yoğunlaşmışlardır. Bu görevlerin ne kadarının doğru olduğu bir
yana, bu kuramların yaşamın gençler için uygun olduğu, ölümün de
yaşlılara uygun düştüğü beklentisini pekiştirdikleri bir gerçektir. Bu
tutum toplumsal ve ekonomik kaynakların ayrılmasında da ortaya çıkar;
bütçe kısıntıları hep yaşlılara yönelik hizmetlerde yapılır. Watson
ve Maxwell, “gerileyici müdahale”yi, yani toplumsal katkı sıklığının
azalmasını ve giderek bu alana ayrılan uzmanların ve diğer kaynakların
azaltılmasını gözlemlediklerini belirtmektedirler. Bu süreç kişinin
hastalığının iyileşmez olduğu kararıyla başlamaktadır; kişinin
ölümün eşiğinde olmasına gerek yoktur, yaşlılık zaten kronik hastalık
olarak görülmektedir. İleri yaş, tıbbi ve kurumsal çerçeve içinde bireyi
gerileyici müdahale için aday durumuna getirmektedir. Gerileyici
müdahalenin sonucu olarak ölme de hızlanmaktadır; nedensiz ve ani
ölümler bu sonucu destekler niteliktedir.

“YaÅŸlı”, “ihtiyar” gibi sıfatlar insanları korkutmakta, toplum da
onları kendinden uzak tutmaya çalışmaktadır. Yaşam süresini bir bütün
olarak algılamak, büyümenin yalnızca erken yıllara yakıştırılması
ve ileri yılların gerileme ve ölümle bir tutulması yüzünden çok güç
olmaktadır. Süreklilik bilimsel ve nesnel olarak elde edilebilir, ama bu
bulgular bile bireyin ve çevresindekilerin algıladıkları özel süreklilik
kavramı konusunda hiçbir şey vermez. Bireyin kendini hangi koşullarda
yaşlı olarak sınıflandırdığı -gerileme, yitirme ve ölüme uygun olarak
sınıflandırdığı- konusunda hiçbir şey bilmiyoruz. Örneğin, bir
birey elli yaşına kadar yaşlılığı kişilerarası çerçevede algılamış olabilir.
Bu birey toplumun beklentisi çerçevesinde yaşlı sıfatını hep başkaları
için kullanmış olabilir. Bu alışkanlık yaşlı sıfatıyla çağrıştırılan
olumsuz koşullarla da güçlenmiştir. Yine de bu durum yaşlıların yaşam
sevinci ve yeterliği olmadığı anlamına gelmez. Burada önemli
olan, koşulların bireyin kendini zorunlu olarak yaşlı diye nitelendirmesine
yol açmasıdır. Bu doğrultuda kendi beklentilerimiz de etkili
olmaktadır. Örneğin, ergenler ve genç yetişkinler tatsız olayları uzak
bir geleceğin olayları olarak düşünürler; yetişkinliğin ilk yılları bireyi
orta ve ileri yılların sonlarına hazırlamakta yetersizdir: Bireyin, gerileme,
yitirme ve ölüm engeline geçerli bir çözüm bulması burada temel
sorundur. Birey, bu psikolojik engeli aşmak için uygun bir yol bulamazsa,
yaşam süresini tümüyle kapsayan bir benlik duygusu geliştirmekte
güçlük çekecektir. Algılanan sürekliliği feda ederek, yaşlı, zayıf
ve ölümlü olma kimliğine atlanabilir; koşulların zorlaması (emeklilik,
hastalık vb.) ile yeterli bir psikolojik köprü kuramadan geçmiş ve
şimdi arasındaki engeli atlamak zorunda kalınabilir. Sonuç olarak, bireyin
kendini yaşlı olarak kabul etmesinden daha önemli olan nokta,
“süreklilik” duygusunun korunup korunmadığıdır.

Yaşamın zaten parlak olmayan ileri yıllarma toplumun daha karanlık
beklentiler eklemesinin altında yatan ilke “ödünleme ilkesi”
olabilir. Ödünleme ilkesine göre insanın payına düşen bir adalet olması
gerektiği kabul edilir. Örneğin, kötüler ödüllendiriliyor olsa bile,
yine de eşitlik ilkesine göre davranmak yeğ tutulur. Yaşlı ve ölümcül
olanın yitirdiğine karşılık birşeyler alabilmesi genel kuraldır. Sonsuzluk
inancı ödünleme ilkesinin sonuçlarından biridir. Sonsuzluk kavramının
işlevleri şöyle sıralanabilir: Ölenin ve kalanların ortak bir referans
çerçevesini paylaşmalarını sağlar; diğerlerinin, çevredekilerin
anksiyetesini azaltır; ölenin hakkını aldığı düşüncesiyle çevreyi rahatlatır;
gerileyici müdahale için pekiÅŸtirme saÄŸlar (“Yapacak bir ÅŸey kalmamıştı!”);
ölen ve ölüm yüzünden doğabilecek toplumsal kesintiyi
engeller (“Yas tutacak vakit yok, o ÅŸimdi çok daha mutlu!”). Ancak,
bu tür ödünlemenin gitgide azaldığı, ölüm sonrası yaşam düşüncesine
gitgide daha az yaşlının sarıldığı görülmektedir. Dolayısıyla, psikoloğun
görevi kalıpyargılardan ve temelsiz ödünleme mucizelerinden
uzak durarak, yaşlı ve ölen bireye eğilmek olmalıdır.

%d blogcu bunu beÄŸendi: