hd porno porno hd porno porno

YETÄ°ÅžKÄ°NLÄ°K psko-7 ORTA YILLAR

2.933 okundu

YETÄ°ÅžKÄ°NLÄ°KTE ORTA YILLAR

:::::::::::::::::

YETÄ°ÅžKÄ°NLÄ°KTE ORTA YILLAR

Psikologların uzun yıllar boyunca dikkatlerini yalnızca çocukluk
ve ergenlik dönemlerine yönelttikleri bilinmektedir. Yaşamın sonraki
yılları, sanki bu ilk dönemlerin sürekli yinelenmesinden ibaretmiş gibi
görülüyordu. Oysa sağduyu ve yaşam deneyimi bunun doğru olmadığını
söylemektedir. Nitekim, 1970’lerden bu yana psikolojide yetiÅŸkinlik
döneminin ele alınmasına hız verilmiştir. Yetişkinlik dönemi
içinde en çok ilgi duyulan yıllar da orta yıllar olmuştur.

:::::::::::::::::

Ä°. ORTA YILLARA GENEL BAKIÅž

Orta yaşlı yetişkinler gelişimin tepe noktasına ulaşmış kişilerdir.
Ancak, gelişimde orta yılların ne zaman başladığını saptamak çok zordur,
çünkü bunu saptamayı sağlayacak özel biyolojik değişimler yoktur;
bu nedenle genellikle toplumsal ölçütlerin kullanılması yeğlenmektedir.
İnsanların kişisel, toplumsal ve ekonomik yönden en üst düzeye
eriştikleri 35 yaşlarından başlayarak birçok görevlerinden emekliye
ayrıldıkları 65 yaşına kadar olan dönemi geliÅŸimde “orta yıllar”
olarak kabul edebiliriz. Aslında bu da orta yıllar için yapay bir
sınırlamadır. Her şeyden önce, kronolojik yaşın yaşam dönemlerini saptamakta
iyi bir ölçüt olmadığını biliyoruz. 45 yaşında duygularını bir
genç kadar taze tutan insanlar vardır, 40 yaşında bir başkası ise hem
kişiliği hem ekonomik durumu yönünden bir ergen kadar bunalımlı
olabilir. Şu halde, hem toplumsal saat, hem de bireylerin çeşitliliği
yaş sınırlarının belirsizliğini arttıran nedenlerdir.

Orta yıllara ilişkin görüşleri belirleyen bir başka neden de gençliğin
önemsendiği ve vurgulandığı toplumlarda orta yaşlılığın görmezlikten
gelinmesidir. Çocuklar ve gençler sevilir, ihtiyarlığa dehşetle
bakılır, orta yaş ise bilmezlikten gelinir. Çocuk ve ihtiyar için
özel bir ad varken, orta yaşlı için özel bir ad yoktur. Yetişkinliğin
getirdiği sorunlar öylesine abartılır ki, kimse bu yaşlara ulaşmak istemez.
Orta yıllar yaşlılığa ve dolayısıyla ölüme giden yolun başı gibi
görüldüğünden, kimse 40 yaşını aşıp gitmek istemez. 40 yaş dolayları
bunalımlı, huzursuz, hüzünlü yıllar olarak algılanır.

YetiÅŸkinlik psikolojisi konusunda kamuoyunda ve kitle iletiÅŸim
araçlarında ortaya çıkan ilgi normalin ne olduğu sorununu yeniden
gündeme getirmiştir. Yetişkin yaşamındaki değişimler, ister ılımlı
“geçiÅŸler”, ister dramatik “deÄŸiÅŸimler”, ister korkunç “bunalımlar” olsun,
neyin normal olduğunu tanımlama sorunu ortadadır. Yaşamı, bireylerin
aynı kurallara göre izlediği ve belirli yaşlarda belirli olayların
ortaya çıktığı evreler olarak betimlemek her zaman çok akla yakın
görünür. Oysa bugün hem “biyolojik saat”imiz (erinliÄŸin her iki cins
için de daha erken başlaması, menopozun daha geç gelmesi, vb.), hem
de “toplumsal saat”imiz (iÅŸ, eÄŸitim, aile, saÄŸlık koÅŸullarının iyileÅŸmesi,
ileri yaÅŸlarda bile yeni iÅŸlere girme, yeni aileler kurma, vb.) deÄŸiÅŸmiÅŸtir
ve giderek değişecektir. Günümüzde toplumlar gelişmişlik düzeyleri
ölçüsünde “yaÅŸa baÄŸlı” toplumlar olmaktan çıkmaktadırlar. Dolayısıyla,
yetişkin kişiliğinin değişmezliği, yetişkin yaşamındaki bunalım
noktaları türünden görüşlerin de yeniden gözden geçirilmesi gerekmektedir.

:::::::::::::::::

1. KİŞİLİK PSİKOLOJİSİ AÇISINDAN YETİŞKİNLİK

Bu bölümde özellikle, kişiliğin sürekliliği, yetişkin kişiliği ve kadın
kişiliği sorunları ele alınacaktır. Çocukluktan yetişkinliğe kadar
giden değişmez bir kişilik yapısı var mıdır? Yetişkin kişiliğinin kendine
özgü nitelikleri nelerdir? Cinslere bağlı kişilik özellikleri yaygın
kalıpyargıların dışında nasıl tanımlanabilir?

1) Kişiliğin Sürekliliği Sorunu.

Genellikle yetişkin insanın, özel ve oldukça tutarlı bir kişiliği
olan karmaşık bir varlık olduğunu kabul ederiz. Tutarlı kişilik yapıları
insanların düzenli ilişkilere girebilmeleri için de gereklidir. Kişilik
kavramı, benzer durumlara verilen tepkilerdeki bireysel farklılıkları ve
farklı durumlarda oldukça tutarlı olan davranışları anlamamıza da yardımcı
olur. Bir bakıma kişilik, birey ile çevresi arasında bir uyum
oluşturur; bireyin geçmiş deneyimlerine özel uyumunu ve şimdiki
toplumsal ve fiziksel çevresini değerlendirmesini sağlar. Sonuç olarak,
kişiliğin geçmişteki ve özellikle çocukluktaki deneyimleri yansıttığı
ve değişik durumlar karşısındaki tepkide tutarlı bir biçimde ortaya
çıktığı kabul edilir. Öte yandan, insanların değiştiği de sezgisel olarak
bilinir. İnsanlar her aynı duruma her zaman aynı tepkiyi vermezler;
psikoterapide değişebilecekleri umulur; yetişkinlik yıllarında yeni
deneyimler ve roller edinerek değişebilirler, vb. Dolayısıyla, insanların
farklı durumlarda ve yaşamlarının değişik dönemlerinde ne ölçüde tutarlı
kaldıkları sorulabilir. Benlik açısından bakıldığında, benzer durumlara
alışılmış tepkilerin verildiği, durumların seçici algılamayla
benzer kılındığı söylenebilir. Ancak, psikologlara göre benlik ile kişilik
aynı şeyler değildir. Kişilik, farklı durumlara oldukça kestirilebilir
tepkileri veren içsel bir yapıdır; benlik ise kişiliğin odağında yer
alan bir yapıdır. Benlikle kişilik arasındaki ilişki ve kişilikle dış
dünyanın ilişkisi oldukça karmaşıktır. Örneğin, bir insamn kişiliğinin
çocukluk deneyimlerini yansıttığı düşünülür; ancak, kişilik oluştuktan
sonra dış durumlardan çok içsel dinamiği yansıttığı kabul edilir. Yine
de kiÅŸilik dış durumlarla yoÄŸrulmuÅŸtur. Murphy’nin dediÄŸi gibi, “Seninle
ve çevrenle arada hiçbir zaman kesin bir ayırım yoktur. Çevren
senin üzerinde, seni değiştiren, kalıplaştıran ve yeniden oluşturan bir
etkide bulunur.”

Genç yetişkinlik dönemi açıklanırken kişiliğin -kimlik karmaşasını
çözmede, anababa olmada, mesleki toplumsallaşmada- sürekli
değişen yönlerine değinilmişti. Klasik kişilik görüşü insanların bu tür
olaylarda önemli ölçüde değişmediğini ileri sürmektedir. Şu halde,
kiÅŸilik uzun yıllar deÄŸiÅŸmez olarak mı kalmaktadır’? DeÄŸiÅŸme söz konusu
ise kişiliğin hangi yönleri değişmektedir? Değişme yoksa kişilik
belirli bir yaşta donup kalmakta mıdır? Yirmi ya da otuz yaşından
sonra kişilikte hiçbir değişiklikten söz edilemez mi?

William James 1887’de şöyle yazıyordu: “ÇoÄŸumuzda karakter
otuz yaşın gelmesiyle birlikte alçı gibi katılaşır ve bir daha asla
yumuÅŸamaz.” Bedenimiz yıllarla bükülse ve düşüncelerimiz zamanla deÄŸiÅŸse
de, temelde değişmez kalan bir kişilik, bir iç benlik vardır.

Zick Rubin’e (1981) göre, kiÅŸiliÄŸin kararlılığına iliÅŸkin bu görüş
geçmiÅŸ yüzyıllarda psikolojik bir “dogma” olarak kabul edilmiÅŸti.
1970’lerden sonra ise bu geleneksel görüş eskimeye baÅŸladı. Sadece
çocuklukta değil yaşam boyunca değişme kapasitesi vardır ve bugün
değişim ve büyüme sözcükleri atasözü olmuş gibidir. Kişiliğin yaşam
boyunca deÄŸiÅŸimi sürdürdüğü görüşü Jung ve Erikson’un kuramlarından
destek alarak pek çok yandaş bulmakta ve böylece yeni bir
“dogma” oluÅŸmaktadır.

Rubin’in dediÄŸi gibi, kiÅŸilik psikolojisinde ÅŸimdi yeni bir “dogmalar
savaşı”yla karşı karşıyayız. Bu savaÅŸta yan tutmanın, biri metodolojik
(yöntemlere bağlı), diğeri ideolojik (dünya görüşlerine bağlı) iki
kaynağı olduğu söylenebilir.

a) Yöntembilimsel yaklaşım. Gelişim araştırmalarının çoğunda
kesitsel yöntem kullanılır. Gelişim psikolojisinde kesitsel araştırmanın
egemenliği, çocukların yetişkinlerden, yaşlıların gençlerden
farklı olduÄŸu görüşünün yerleÅŸmesine yol açmıştır. Berkeley’den psikolog
Jack Block, “KiÅŸilik araÅŸtırmalarının belki yüzde doksanının
yöntembilimsel bakımdan yetersiz, kavramsal içerikten yoksun ve hatta
aptalca olduÄŸu” savını ortaya atmaktadır. KiÅŸilik araÅŸtırmaları, yeterince
sınanmamış ölçmelerle (isteyen herkes yarım günde yeni bir “kiÅŸilik
ölçeÄŸi” geliÅŸtirebilir), küçük örneklemlerle ve rastgele hedeflenmiÅŸ
stratejilerle (“bilgisayara ver, korelasyonlar al!”) doludur. Dikkatli
ve özenli boylamsal araştırmalar yok denecek kadar azalmıştır. Şu
halde, insanların önceden kestirilemez olduğu görüşü, insan doğasının
değil, insan doğasını incelemekte kullanılan rastgele yöntemlerin ürünüdür.

Böylece, değişim ve kararlılık yanlıları arısındaki anlaşmazlığın
çoğunun yöntembilimden kaynaklandığı görülmektedir. Özelliklerin
sürekliliğini savunanlar genellikle katı kişilik testlerine, değişimi
vurgulayanlar ise daha niteliksel, klinik betimlemelere dayanmaktadırlar.
Psikometrisyenler klinik verileri güvenilmez saymakta, buna karşılık
klinisyenler de psikometrik verileri saçma bulmaktadırlar.

Şimdi, her iki türden araştırmaları gözden geçirerek bir sonuca
varmaya çalışalım.

Jack Block, denekleri ortaokul yıllarından başlayarak kırk yaşına
kadar izleyen araştırmasında 20 yılı aşkın bir sürede tutum listelerinden
görüşme kayıtlarına kadar çok zengin bir veri arşivi oluşturmuş,
kişilik raporlarını derinliğine çözümlemiştir. Böylece Block
kişilikte dikkate değer bir kararlılık (stability) bulmuştur. Deneklerin
ortaokul yıllarındaki ve daha sonra kırk yaşlarındaki puanları arasında
istatistiksel bakımdan anlamlı bir korelasyon vardır. En özeleştirici
ergenler yine en özeleştirici yetişkinler idiler, neşeli gençler kırk
yaşında da neşeli yetişkinlerdi, okuldayken huyları dalgalanma gösterenler
orta yaşlarda da hala dalgalanma gösteriyorlardı.

KiÅŸiliÄŸin kararlılığı konusunda Baltimor’lu psikologlar Paul T.
Costa ve Robert R. MeCrae’nin orta yıllarla ileri yetiÅŸkinlik yıllarına
iliÅŸkin bulguları da ilgi çekicidir. Boston’da 25-82 yaÅŸları arasında 400
erkek on yıl arayla iki kez ve Baltimor’da 20-76 yaÅŸları arasında 200
erkek altı yıllık aralarla üç kez testten geçirildi. Sonuçlar bir şarkı
sözünden alınan baÅŸlıkla yayınlandı: “Bunca Yıldan Sonra Aynı” (1980).
Bulgulara bir örnek olarak ÅŸu verilebilir: “19 yaşında kendini kabul ettiren
40 yaşında da kendini kabul ettirmektedir, 80 yaşında da.”

Minnesota Ãœniversitesi’den Gloria Leon ve arkadaÅŸları, 71 erkeÄŸin
1947’de aÅŸağı yukarı elli yaÅŸlarındayken ve 1977’de seksen yaşındayken
MMPI testi sonuçlarını çözümlediler ve on üç ölçekte yüksek
korelasyon saptadılar. Berkeley’de Paul Mussen ve arkadaÅŸları 53 kadınla
30 ve 70 yaşlarında yapılan görüşme sonuçlarını çörümleyerek
içedönüklük-dışadönüklük boyutlarında yüksek korelasyon buldular.
Costa ve McCrae içedönüklük-dışadönüklük ölçümlerinde yüksek derecede
kararlılık olduÄŸunu gördüler; “nörotiklik” alanında da çok sabitlik
buldular. Nörotikler yaşam boyunca olası yakınmacılardır. Yaşlandıkça
farklı şeylerden yakınıyorlar (örneğin, genç yetişkinlikte aşk
konusunda, kırk yaşlarında orta yaş bunalımından, ileri yetişkinlikte
sağlık sorunlarından), fakat hala yakınıyorlar. En az nörotik kişi aynı
olaylara daha yüksek bir ılımlılıkla tepki gösteriyor. Boylamsal araştırmalar
yetişkinlik boyunca insanların coşkunluk, etkinlik, düşmanlık
ve içtepisellik düzeylerinde çok hafif bir düşüş olduğunu göstermektedir.
25 yaşında içtepisel olan biri 70 yaşında birazcık daha az
içtepisel olabilir, fakat hala yaşıtlarından daha fazla içtepisel olması
çok olasıdır.

İnsanlar belirli bir grup içinde ölçülen özelliklerini koruyorlar.
Fakat her biri yaşlandıkça değişiyor olabilir. Eğer herhangi biri yaşamının
sonraki bölümünde de aşağı yukarı aynı derecede içe dönüyorsa
içe dönüklük ölçümlerindeki korelasyon hala yüksek olabilir,
dolayısıyla aldatıcı bir kararlılık görünümü verebilir. Gerçekten de,
psikolog Neugarten insanların yaşamın ikinci yarısında daha içe dönük
olmaya genel bir eğilim gösterdiklerini ileri sürmektedir. Oysa
yeni boylamsal araştırmalar insanların yaşlandıkça içedönüklükte pek
az artış gösterdiklerini ortaya koymaktadır. Değişim o kadar azdır ki,
Costa ve McCrae bunun pratik anlamının çok az olduğunu düşünmektedir.

Mischel kişiliğin sürekliliği konusundaki araştırmaları gözden
geçirmiş ve belli başlı bulguları özetlemiştir. Kişiliğin süreklilik görülen
yönlerinden biri, insanın kendini tanımlamasında ortaya çıkmaktadır.
Boylamsal bir araştırmada, bireylerin 19,5 yaşında ve 44,5
yaşında kendilerini tanımlamalarında deÄŸiÅŸiklik görülmüyor. Mischel’in
oldukça tutarlı bulduÄŸu bir alan da “biliÅŸsel üslup” olmuÅŸtur.
Örneğin, bilişsel üslup ile bağımlılık-bağımsızlık ilişkisi yüksek bir
korelasyon göstermektedir. Bilişsel üslup alanının tutarlılığı zihinsel
süreçlerin tutarlılığından kaynaklanıyor olabilir. Bilişsel üslup (cognitive
style), bireylerin algılarını örgütlemede ve sınıflamada ortaya
koydukları kararlı tercihlerdir. Çevremizin çeşitli yönleriyle uğraşırken
her birimiz özel bir bilişsel üslup kullanırız. Bilişsel üslupta insanların
birbirinden farklılaştığı boyutlardan biri sorun çözme yaklaşımlarıdır.
Kimileri bir soruna -doğruluğu konusunda hiçbir kaygı
duymaksızın- çok çabuk yanıt verirler, aynı zekaya sahip kimileri de
çok zaman harcarlar; birincilere “içtepisel” (impulsive), ikincilere de
“düşünceli” (reflective) kiÅŸiler denir. AraÅŸtırmalar, sorun çözmede
içtepisel çocukların düşünceli çocuklardan daha geri olduklarını ortaya
koymaktadır; öte yandan, içtepisel çocuklar karmaşık görevleri
düşünceli çocuklardan daha çabuk yerine getirmektedirler. Bilişsel
üslubun bir baÅŸka boyutu da bağımlılık-bağımsızlık alanıdır. “Alan-bağımsız”
kişiler bir sahnenin ögelerini çözümlemeye yöneliyorlar,
ögeleri geri planından ayırarak ele alıyorlar; buna karşılık, “alan-bağımlı”
kişiler bir sahneyi bir bütün olarak ele alıyor ve onu oluşturan
bireysel ögeleri görmezlikten geliyorlar. Araştırmalar, alan-bağımsız
üniversite öğrencilerinin matematiğe, doğa bilimlerine, mühendisliğe
ve yüksek düzeyde çözümleyici düşünce gerektiren konulara yöneldiklerini;
buna karşılık, alan-bağımlı öğrencilerin insan ve toplum bilimlerine,
eğitime ve bütüncü bir bakış gerektiren alanlara yöneldiklerini
göstemmektedir.

Mischel, kendimize ilişkin tipolojimizin ve dünyayı algılayışımızın
da zaman içinde değişmediğini belirtmektedir. Başka bir deyişle,
bireyin kendisini ve baÅŸkalarını tanımlamak için kullandığı “özel
yapılar” zamana dayanıklıdır. Belki de bunun nedeni, bu yapıları oluÅŸturan
bilişsel ve zihinsel süreçlerin tutarlılığıdır. Mischel, seçici algının
sürekliliğinden söz etmekte, zihin, gerçek dünyanın karmaşıklığını
basite indirgeyen bir biçimde işlediğini söylemektedir.

Özetle, zaman içinde en çok kararlılık gösteren kişilik özellikleri,
bireylerin bilişsel üslupları ve benlik tanımlarıdır. Dürüstlük,
saldırganlık, otoriteye karşı tutum gibi daha psikodinamik kişilik
özellikleri, daha düşük düzeyde olmakla birlikte istatistiksel bakımdan
anlamılı korelasyonlar göstermektedir.

KiÅŸiliÄŸi bir etkileÅŸim sistemi olarak ya da bireyle durumun ortak
ürünü olarak kabul edersek bu bulgular daha da anlam kazanmaktadır.
O zaman bu etkileşimsel sistemde bir süreklilik var demektir. Kurt Lewin,
“bireyin herhangi bir durumdaki davranışı, o durumun özelliÄŸinin,
onu bireyin algılayış biçiminin ve o zamanki özel davranış eğiliminin
ortak ürünüdür” der. Böylece, deÄŸiÅŸim ve kararlılık kiÅŸilikte
aynı anda yer alabilmektedir. Aynı bütüne Freud’çu yaklaşımla bakıldığında
süreklilik, davranışçı yaklaşımla bakıldığında değişim görmek
olanaklıdır. Ancak sorun yalnızca yöntem sorunu da değildir.

b) Dünya görüşünün etkisi. İnsan yaşamı için neyin daha
önemli olduğu konusundaki temel görüş farklılığı kişilik tartışmalarına
da yansımaktadır. Costa ve McCrae zaman içinde tutarlı kalan
kişiliğin değerini, kararlı bir kimlik duygusunun temel ögesi olarak
vurgulamaktadır: “EÄŸer kiÅŸilik kararlı olmasaydı gelecekteki yaÅŸamımız
konusunda seçim yapma yeteneÄŸimiz çok sınırlı olurdu.” EÅŸ, meslek
ya da arkadaş konusunda akıllı seçimler yapacaksak nelerden hoşlandığımızı
bilmek zorundayız. Costa ve McCrac, kararlı bir kişiliğin
korunmasını yaşamın değişiklikleri karşısında insanın yaşamsal bir
başarısı olarak görmektedir.

Sosyolog O. G. Brim ise büyüme gizilgücünü insanlığın temeltaşı
olarak görmektedir: “Ä°nsan, sürekli olarak çevresine egemen olmaya
çabalayan ve gitgide olduğundan daha fazlası olan dinamik bir
organizmadır.” Brim, “Ben, psikolojiyi özgürleÅŸmenin hizmetinde görüyorum,
baskının deÄŸil!” demektedir. GeçmiÅŸte Sullivan da, insanın
değişmesi gerektiğini, aksi halde öleceğini söylemekteydi. Sullivan,
insan kiÅŸiliÄŸinin temellerinin Freud’un ileri sürdüğü gibi ilk çocukluk
döneminde atıldığını kabul etmez, kişiliğin oluşumunu belirleyen yaşantıların
bu yaşlardan sonra ortaya çıktığını savunur. Nitekim, gelişim
psikolojisinde de bugün artık Freud’çu anlamda katı ve sınırlı bir
kişilik oluşumu görüşünü savunmaya olanak kalmamıştır. Yine de,
kişiliğin sürekliliği sorunu psikolojinin en zor sorunlarından biri
olarak kalmaktadır.

Sorunun çözümsüz kalmasının nedeni, Zick Rubin’in (1981)
dediği gibi, değişim ve kararlılık arasındaki gerilimin, sadece akademik
tartışmalarda değil, insan olarak her birimizin içinde de bulunmasıdır.
YetiÅŸkin kiÅŸiliÄŸinin geliÅŸimi konusunda eksiksiz bir tablo,
aynı kalma ve değişme arasındaki bu gerilimi kaçınılmaz olarak yansıtacaktır,
Brim ve Kagan şöyle yazmaktadır: “Bir yanda kimlik duygusunu,
süreklilik duygusunu koruma konusunda güçlü bir dürtü vardır,
çok çabuk deÄŸiÅŸme ya da dış güçlerce deÄŸiÅŸtirilme korkusunu yatıştıran…
Öbür yanda, her insan doğal olarak, şimdi olduğundan fazlasını
olma isteÄŸiyle çabalayan amaçlı bir organizmadır.” KuÅŸkusuz,
kişiliğin bazı yönleri (huzurlu ya da sıkıntılı olmaya eğilim gibi) diğer
yönlerinden (çevreye egemen olma duygusu gibi) tipik olarak daha
kalıcı ve kararlı olabilir. Yine de, her birimizin zaman içinde hem
kararlılığı hem değişimi yansıtacağımızı kabul etmek gerekir. Nitekim,
akademik tartışmanın her iki ucundaki kişiler de kişiliğin her iki
özelliği birlikte taşıdığı görüşünde birleşmektedirler. Kendi savlarını
şiddetle savunurken bile olasılıkları da bildirmektedirler. Örneğin
Costa, “19 yaşında kendini kabul ettiren 80’inde de ettirir” derken,
“bunu deÄŸiÅŸtirecek herhangi bir ÅŸey olmadıkça…” diye eklemektedir.
Brim de, insanların kişiliklerinin ve özellikle özdenetim ve özsaygı
duygularının yaÅŸam boyunca deÄŸiÅŸimi sürdüreceÄŸini vurgularken, “takılıp
kalmadıkça…” demektedir.

c) Kişiliğin etkileşen yönleri. Kişilikte kalıcı ve değişken yönlerin
birlikte bulunduğunu kabul etmek, bunların birbirleriyle etkileştiğini
de kabul etmeyi gerektirir. Allport (1961) kişilik kuramları
arasındaki temel farklılıkları saptarken davranışçı, derinlikçi ve
etkileşimci görüşleri ayırt eder. Etkileşimci görüş kişiliği bir oluşum
süreci olarak görür. Bu görüş, diğer iki yaklaşımın katkılarını yadsımamakta
ve kişiliği süreç (değişim) ve yapı (kararlılık) olarak ele almaktadır.
Kişilik ancak bu farklı yünlerin etkileşimiyle var olabilir ve kişiliğin
anlaşılması ancak bu bütünlüğün ışığında olanaklıdır. G.W. Allport’un,
G.H. Mead’in, D.C. Kimmel’in paylaÅŸtığı bu görüş, bireysel kiÅŸilikleri,
sayısız toplumsal etkileşimlerle yoğrulmuş, özel fizyolojik,
algısal ve kavramsal sistemler içeren bir bütün olarak görür. Sullivan’ın
kiÅŸilik tanımı da böyledir: “KiÅŸilik, insan yaÅŸamını niteleyen
sürekli kiÅŸilerarası durumların oldukça kalıcı bir örüntüsüdür.” Karşılıklı
etkileşen bu süreçlerin ortasında insan organizması aynı oranda
karmaşık bilişsel ve duygusal süreçlerle işlev görür. Örneğin Carson,
bireyin plan yapmasının, bilgiyi işlemesinin, geribildirimden yararlanmasının
ve gelecek işlemler için kararlar almasının karmaşık yapısını
açıklamaya çalışmıştır. Bu süreçte birey kişisel bir üslup geliştirir ve
bu üslup hep korunur. Bir baÅŸka örnek Mead’in simgesel etkileÅŸim kuramıdır.
Mead’e göre benlik toplumsallaÅŸma süreci içinde ortaya çıkmaktadır.
İnsanda doğal olarak varolan etkileşim dilin ortaya çıkmasına
neden olmuÅŸtur. Dil, benliÄŸin geliÅŸmesinde ve iÅŸleyiÅŸinde temel
bir etkendir. Dil öğrenilirken, sözcüklerin simgelediği düşünceler, tutumlar
ve duygular da öğrenilir. Çocuk, ancak dili öğrendikçe paylaşabildiği
ve toplumsal anlamlar taşıyan bir dünyaya girebilir. Birey, başkalarının
kendisi karşısında takındıkları tutumların ışığında kendisi
üzerinde düşünmeye başlar, böylece kendi özbilincine varır, toplumsal
bir benlik edinir, sonuçta kendini başkalarının yerine koyabilme ve
başkalarının rollerini üstlenebilme yeteneğini kazanır.

Kişilik konusunda çok şey söylemek olanaklı olmakla birlikte,
sayısız açıklamalar içinde kaybolmamak için son olarak temel bir kavramla
ilgili açıklamalara yer vermekte yarar var. Güdü (motivation)
kavramı niçin sorusuna yanıt vermeye yarayan bir kavramdır. Niçin
insanlar çeşitli roller alırlar, planlar yaparlar, bedelinden daha yüksek
ödüller umarlar? vb. Bu soruların yanıtı için başarı, merak, acıdan
kaçınma gibi çeÅŸitli güdülerden söz edilmiÅŸtir. Ancak, “geliÅŸme sürecinde
olan bir varlık” olarak insan için en uygun güdü “kendini gerçekleÅŸtirme”
ve “yeterlilik” güdüsüdür. Rogers’a göre, “Kendini gerçekleÅŸtirme
güdüsü, insan organizmasının kendi gizilgücünü en üst
düzeyde gerçekleştirmek için sahip olduğu eğilimdir; belirli bir toplumsal
çevrede organizmasını ve bütün kapasitelerini koruma ve geliştirme
arayışıdır.” Yeterlilik güdüsü de bireyin çevresiyle etkileÅŸime
girmesini sağlar. Bu güdülerin yetişkinlik yaşamında ortaya çıkması
değişik noktalarda farklılık gösterecektir, yine de bunlar bireyin toplumsal
ve fiziksel çevresiyle etkileşiminin amaçlarını belirler.

Sonuç olarak, önce kişiliğin etkileşen yönleri var: Fizyolojik süreçler,
kişisel üsluplar, toplumsal roller gibi. Bu yönler bir bakıma
içseldir, yani biz onları içimizde taşırız. İkinci olarak, kişiliğin dış
yönleri var: Toplumsal durumlar, davranışların sonuçları, toplumsal
etkileşim ağı gibi. Üçüncü olarak, bu yönlerin etkileştiği yer ya da
benlik var. Dördüncü olarak, kişilik belirli bir toplumsal etkileşim
kalıbı içerisinde kendini gerçekleştirme ve yeterliliğe ulaşma çabası
içindedir. Beşinci olarak, kişilik sürekliliğini korurken değişime de
uğrar. Altıncı olarak, kişilik geleceğe dönüktür, şimdinin sonuçlarından
etkilenir, aynı zamanda geçmişle de bağlantılıdır, ama geçmiş tarafından
belirlenmez. Son olarak, kişilik bu değişik ögelerden farklı
bir bütündür. Bu özellikler karmaşık yetişkin kişiliğini de çerçeveleyen
özelliklerdir (D.C. Kimmel, 1974).

:::::::::::::::::

2. YetiÅŸkinlikte KiÅŸilik

Kişilik, hem oluşum hem de içerik ögelerini bir arada taşıyan,
aynı şekilde hem değişime hem de kararlılığa olanak tanıyan karmaşık
ve dinamik bir sistemdir. KiÅŸilik etkileÅŸen bir sistem olarak kabul
edildiğinde, herhangi bir alandaki değişimin sistemin bütününde de değişime
yol açacağı açıktır. Örneğin, dış alanlardaki (toplumsal çevredeki)
deÄŸiÅŸim toplumsal etkileÅŸimde de deÄŸiÅŸime neden olur, o da toplumsal
rol ve davranışta değişime yol açar. Bu rol değişimleri bireyin
benlik algısını ve kavramını değiştirir, bu da kişilik özelliklerinin ve
üsluplarının değişimine neden olur. Bu değişimin derecesi toplumsal
değişimin derecesine bağlıdır. Öte yandan, kişilik sisteminin kararlılığı
da söz konusudur; ayrıca en özel yönler en az değişim gösterirler,
üstelik yetişkinlikteki roller de oldukça tutarlıdır. Dış tutarlılık kişilik
tutarlılığını da pekiştirir.

Yetkişkinin kişilik sistemindeki gelişimsel değişimler merkezkaç
bir özellik taşır, yani birey içerden dışarıya doğru döner. Yeni rollerin
öğrenilmesi, yeni kişilik üsluplarının ve benlik kavramlarının
geliştirilmesi, birey ile genişleyen çevresi arasında uygunluk sağlama
gereksinmesinden doğar. Kuhlen yetişkinliğin bu dönemindeki gelişime
“geniÅŸleme büyümesi” adını verir. Bu dönem, baÅŸarıya ulaÅŸma, güç
kazanma, kendini gerçekleştirme ve yeterlilik eğiliminin en üst düzeyde
olduğu dönemdir.

Yetişkinliğin orta yıllarında kişilik sistemi içinde bir denge durumu
söz konusudur. Hem bireyin toplumsal dünyası genişleme hızını
yitirmiştir, hem de birey genişlemeyle başa çıkabilecek beceriler
geliştirmiştir. Ayrıca, bireyin kendine ilişkin deneyimi de artmış ve birey
kişiliğinin iç ve dış yönlerini daha iyi bütünleştirebilir duruma gelmiştir.
Ancak, yaşın ilerlemesiyle birlikte dış toplumsal durumlar
önemini yitirmeye ve içsel süreçler önem kazanmaya başlar. Birey
yaşlandıkça toplumsal rollerinin sayısı ve çeşitleri azalmaya, toplumsal
etkileşim sıklığı düşmeye, kişiliğin daha iç özellikleri açığa çıkmaya
başlar. Orta yıllarda elde edilmiş yeterlilik duygusu, birey yaşlandıkça
yaşanacak yılların sınırlı olduğu bilinciyle, giderek kendini
gerçekleştirme çabasına yerini bırakır. Bu gelişmeyi vurgulayan yazarlardan
biri de Jung’tur (1933): “YaÅŸlanan insanlar artık yaÅŸamlarının
artmadığını ve genişlemediğini farketmekte ve karşı konulmaz
bir iç güç yaşamı gitgide daraltmaktadır. Genç bir insan için kendi
kendisiyle fazlaca ilgilenmek neredeyse bir suç, en azından bir tehlikedir.
Oysa yaşlanmakta olan bir insan için kendi kendisine ciddi bir ilgi
göstermek bir zorunluluk ve görevdir.”

Elli yaşlarından başlayarak kişilikte görülen gelişimsel değişimler,
daralma, merkezde yoğunlaşma ve içselliğin artması biçiminde
ortaya çıkmaktadır. Yaşlılıktaki kişilik değişimi araştırmalarını gözden
geçiren Riley, Foner ve arkadaşları, yaşlıların gençlere oranla daha
katı, değişen uyaranlara daha zor uyan, tutumlarında dogmatiklik
düzeyi yüksek, daha hoşgörüsüz, toplumsal baskıya daha dayanıklı
kişilikte olduklarını bulmuşlardır. Yaşlılar daha edilgin, iç dünyalarına
daha dönük, kendi duyguları ve fiziksel işlevleriyle daha ilgilidirler.
Duyu ve sinir merkezlerinin uyarılmasındaki düşüş ve zihinsel yetilerin
değişimi de bu özellikleri etkiliyor olabilir.

Chicago Ãœniversitesi’nce, özel kiÅŸilik özelliklerinin deÄŸiÅŸimi yerine,
bütün kişilik sisteminde yaşla ortaya çıkan değişimler araştırılmıştır.
Kansas kentinde 40-90 yaşları arasmdaki 700 denek 7 yıl boyunca
sürekli incelenmiştir. Araştırmada yaşa bağlı üç kişilik değişimi
bulunmuştur: Cinsiyet rolü algılamasında, içe yönelmenin artışında ve
sorunlarla başaçıkma üslubunda. Kişiliğin fazla değişim göstermeyen
yönleri olduğu da saptanmıştır. Bulgular kişilikte hem değişim hem de
kararlılık olduğu görüşünü desteklemektedir. Bu araştırmada değişim
göstermeyen kişilik özelliklerinin ortak noktası, bunların kişiliğin uyuma
yönelik özellikleri olmasıydı. Bunlar Neugarten’in “KiÅŸiliÄŸin
toplumsal-uyumsal özellikleri” dediÄŸi özelliklerdir. Testler, kiÅŸiliÄŸin
uyum özellikleri ve genel kişilik yapısı alanlarında bireyler arasında
farklılık olduğunu göstermekte, ama yaşla farklılaşma olmadığını ortaya
koymaktadır. Sağlıklı yaşlı insanlarda yaşa bağlı farklılaşma
görülmemekte, buna karşılık hastalığın kronolojik yaştan daha etkili
bir değişken olduğu anlaşılmaktadır. Genel olarak, bulgular kişiliğin
toplumsal-uyumsal niteliklerinde yaşla değişimin çok fazla olmadığı
doÄŸrultusundadır. Åžu halde, kiÅŸiliÄŸin “içerik” yönleri (kiÅŸisel üslup,
kişilik çizgileri ve diğerleri) orta ve ileri yaşlarda oldukça kararlılık
göstermektedir. Ayrıca bulgular, birey ile toplumsal çevresi arasındaki
uyum ilişkisinin oldukça kararlı olduğunu ortaya koymaktadır. Yaşla
yeni roller edinilse bile kişilik içeriği aynı kalmaktadır.

Buna karşılık, Kansas City araÅŸtırması kiÅŸiliÄŸin “oluÅŸum” yönlerinde
yaşla birlikte oldukça önemli değişimler saptamıştır. Bu değişimlerden
biri, yaÅŸ ilerledikçe “kiÅŸiliÄŸin gittikçe içselleÅŸmesi”dir. Bu
değişim orta yıllarda kendi kendine düşünme ve içebakış olarak ortaya
çıkmaya başlıyor, gitgide daha belirgin hale geliyor. Ayrıca başka
araştırmalarda da, yaşla birlikte ego enerjisinde azalma ve ego üslubunda
değişme olduğu, içsel dürtülere duyarlı olma özelliğinin arttığı
bulunmuÅŸtur. Bu bulgular projektif testlerden elde edilmiÅŸtir.

Bulgular, dış dünya görevleri için kullanılan ego enerjisinin yaşla
azaldığını göstermektedir. Yaşlı insanlar dış uyarıcılar yerine iç
uyarıcılara karşı daha duyarlıdırlar, duygusal yatırımları artmaktadır. Ego
üslubu da değişmekte, etkin denetimden edilgin denetime yönelinmektedir.
Cinsiyet rolü algılamasındaki değişim TAT testi ile saptanmıştır.
Buna göre, erkekler gittikçe daha boyun eğici, kadınlar ise
daha çok yetkeci olmaya yönelmektedirler. Ayrıca, kadınlar yaşlandıkça
kendi saldırgan ve benmerkezci dürtülerine karşı daha hoşgörülü
olurken, erkekler kendi duygusallık ve bağımlılık dürtülerine
karşı daha hoÅŸgörülü olmaktadırlar. Bu sonuçlar Jung’un klinik gözlemlerini
destekler niteliktedir.

Neugarten, bu bulguları şöyle özetlemektedir: 40 yaşındakiler
çevreyi, cesareti ve riske girmeyi ödüllendirici olarak görürken,
kendilerini de bu doğrultuda çıkacak fırsatları değerlendirebilecek güçte
görmektedirler. 60 yaşındakiler ise çevreyi karmaşık ve tehlikeli olarak
görürler. Yaşamla başaçıkma üslupları yaşla birlikte belirgin farklılıklar
göstermektedir. İç dünyaya ilgi artar, dış dünyadaki insan ve
nesnelere duygusal yatırım azalır. Dış dünyadan iç dünyaya doğru bir
geçiş söz konusudur. Çeşitli uyarıcılarla ve zorlu durumlarla başaçıkmada
düşüş ve isteksizlik görülür. Yaşlılar düşüncelerini aktarmada
daha dogmatik terimlere başvururlar, neden-sonuç ilişkisini açıklamada
başarısızdırlar, başkalarının tepkilerine duyarlılık azalır, vb.

Daha önce belirtildiği gibi, Neugarten, evre kuramcılarının tek
yönlü ilerleme görüşünü reddetmekte ve yaşam süresinde değişmez
bir kararlılık olmadığını ileri sürmektedir. Ayrıca ona göre yaşlılığın yaş
sınırları da değişmektedir. Araştırmacılar bugün genç-yaşlı (young-old)
ile yaşlı-yaşlı (old-old) arasında ayırım yapıyorlar ve bunları birbirinden
ayıran belirli yaÅŸlar da yoktur. BirleÅŸik Devletler’de emekliler
arasında genç-yaşlılar hızla artıyor; bunlar, fiziksel ve zihinsel bakımdan
dinç, mali bakımdan refah içinde, siyasal bakımdan etkin, tüketici
olarak da hırslı kişilerdir, zamanlarını iyi bir biçimde değerlendiriyorlar.
Yetişkinliğin yaş sınırları değiştiği için, 30 yaşında fakülte dekanı,
35 yaşında büyükanne, 50 yaşında emekli, 65 yaşında ilkokulda
çocuğu olan baba, 55 yaşında yeni bir iş başlatan dul, 70 yaşında üniversite
öğrencisi olan insanlar var. “Yaşına göre davran!” uyarısının
günümüzde hiçbir anlamı kalmamıştır.

Öte yandan, Neugarten’e göre, bunalım kavramı da anlamını yitirmektedir.
Evden ayrılma, evlenme, anababa olma, menopoz, emeklilik
gibi olaylar yaÅŸamın normal “dönüm noktaları”dır. KuÅŸkusuz,
bunlar benlik kavrammda ve kimlikte değişimlere yol açarlar ve insanlar
bu olayları deÄŸiÅŸik güçlük derecelerinde yaÅŸarlar; ama “bunalım”
yaratmazlar. Örneğin, orta yaşlı erkeklerin çoğu için emeklilik
normal bir olaydır. Emeklilik 65 yerine 50 yaşında gelirse asıl o zaman
bir bunalım olabilir. İnsanlar 40, 50 ya da 60 yaşında olmaktan
değil, bu yaşlarda ne yapacakları konusunda kaygı duyuyorlar. Yeniden
genç olmak istemiyorlar, ama toplumsal bakımdan kabul gören ve
kişisel bakımdan doyum sağlayan yönlerde yaşlanmak istiyorlar (B.L.
Neugarten, 1980).

Kişilik açısından açıklanması gereken konulardan biri de kişilikteki
iç gerilimdir. “KiÅŸilik farklılaÅŸması” kiÅŸinin benlik kavramındaki
özelleşmenin ve karmaşıklığın artmasının anlatımıdır. Kişiler olgunlaştıkça,
özel ve biricik bir benlik olmalarına katkıda bulunan özel ilgiler,
deÄŸerler ve roller geliÅŸtirirler. “KiÅŸiliÄŸin bütünleÅŸmesi” ise, benliÄŸin
çeşitli boyutlarının tutarlı bir birlik içinde örgütlenmesidir, benliğin
çeÅŸitli boyutlarının ‘aynı’ kiÅŸinin parçaları olarak ‘birlikte tutulması’dır.
Başka bir deyişle, benlik için değişik rollerde ve zaman boyunca
bir tutarlılık vardır. Yaşam boyunca kişilik farklılaşması ile
kişilik bütünleşmesi arasında belirli bir gerilim yaşanır. Ergenliğin son
dönemi ve genç yetişkinlik sırasında bu gerilim kimlik arayışına yansır.
Aşırı farklılaşma rol dağınıklığıyla ya da uygunsuz kimlik tanımlamasıyla
sonuçlanabilir. Erken bütünleşme ise yanlış kimlik kararlarıyla
sonuçlanabilir. Yetişkinlikteki kimlik gelişiminin önde gelen
sorunu, yetişkinden beklenen birçok farklılaşmış rol karşısmda bütünleşmiş
bir benlik duygusuna ulaşmış olmaktır.

Knox, orta yaşlardaki benlik gelişiminin belirli bir örüntü izlediğini
söylemektedir: a) Yirmilerin sonları ve otuzların başları: Bu
dönem bir durulma, düzen ve çabalama dönemidir. b) Otuzların sonları
ve kırkların başları: Bu dönem hem görünüşün hem de etkinliğin
yeniden yönlendirildiği dönemdir. Bu dönemde yetişkinlerin çoğu insan
yaşamının hazlarından ve acılarından pay almaya daha istekli
olurlar ve dostluğun kalitesi daha önem kazanır. Varolan benlik duygusu
ile katılım yapısı arasındaki uygunluğun yeniden gözden geçirilmesi
orta yaş geçişine yol gösterir. c) Kırkların ortaları ve altmışların
başları: Bu dönem benlik duygusunda artan bir değişkenlik içerir.
Bu dönem boyunca pek çok insan kararlılık, yeterlilik, sorumluluk
ve olgunluk aşamasına ulaşır (Schiamberg ve Smith, 1982).

:::::::::::::::::

3. Cinslere Bağlı Kişilik Özellikleri

Bir çocuğun psikolojik bakımdan erkek ya da kadın olması
sürecini açıklamaya çalışan pek çok kuram vardır. Bunlar, psikanalitik
kuram, toplumsal öğrenme kuramı ve bilişsel gelişim kuramı olarak
üç ana grupta toplanabilir.

a. Psikanalitik Kuram. Freud’a göre çocuklar doÄŸuÅŸta psikolojik
bakımdan iki-cinslidirler. Çocuklar cinse bağlı kimliklerini, ana-babalarıyla
ilişkilerindeki çatışmalı sevgi ve kıskançlık duygularını
çözerek kazanırlar. Erkek çocuk annesine duyduğu erotik sevgiden
vazgeçerek babasıyla özdeşleşmeye girdiğinde, kız çocuk da aynı şekilde
annesiyle özdeşleşmeye başladığında cinsel kimliğine kavuşma
yoluna girmiş demektir. Çocuklar, bu ilk adımdan sonra, kendi cinslerinden
anababalarının davranışlarını, tutumlarını ve değerlerini benimseyerek
cinsel kimliklerini toplumsal yönüyle de geliştirirler. Ancak,
kız çocuk için sorun erkek çocuk için olduğundan daha karmaşıktır.

Freud’a göre Oedipus yaÅŸantısı kız çocukta üç tür deÄŸiÅŸime yol
açar. Önce, “erojen bölge deÄŸiÅŸimi” (Oedipus sırasında kız çocuk vajinal
erojenliÄŸi keÅŸfeder); sonra, “sevgi nesnesi karşısında tutum deÄŸiÅŸimi”
(önceki fallik evrede kız çocuğun etkin ve saldırgan olan sevgisi
Oedipus yaÅŸantısı nedeniyle gitgide edilginleÅŸir); son olarak, “sevgi
nesnesi deÄŸiÅŸimi” (anneye duyulan etkin sevgi, yerini babaya duyulan
edilgin sevgiye bırakır). Şu halde kız çocuğun karşı cinselliğe ulaşması
ancak bu üçlü deÄŸiÅŸimden geçerek olanaklı olacaktır. Freud’a
göre erkek cinselliği çocukluktan yetişkinliğe kadar her zaman fallik
olduğu için basittir. Buna karşılık kadın cinselliği karmaşıktır: Önce
çocukluk sırasında erkeksidir (küçük fallus demek olan klitorisin
varlığıyla), sonra ergenlikte kadınsıdır (klitorisin reddedilmesi ve
erkeğin aracılığıyla vajenin keşfedilmesiyle).

Kadın cinselliÄŸine iliÅŸkin Freud’çu açıklama iÄŸdiÅŸ edilme (castration)
olgusuna verilen öneme dayanır. Freud’a göre kız çocuÄŸun psikoseksüel
gelişiminde en sarsıcı olay, başkalarının bir penisi olduğunu,
oysa kendisinin ona sahip olmadığını keÅŸfetmesidir. Freud, “Kendi
iÄŸdiÅŸ edilmiÅŸliÄŸini keÅŸfetmesi kız çocuÄŸun yaÅŸamında en kritik andır”
der. Kız çocuk bu keşfe, kendisinin de bir penisi olması isteğiyle,
ilerde bir penisi olacağı umuduyla ve penise sahip olan daha talihli insanlar
karşısında duyduğu imrenmeyle tepki gösterir. Kendi bedenini
erkek çocuğunkiyle karşılaştırarak eksik bulan kız çocuk, bu acı
gerçek yüzünden aşağılandığını hissetmiştir. İşte penis özlemi ya da
penise imrenme (penis envy) bu aşağılık duygusundan doğmaktadır.
Ayrıca bu imrenme sevgi nesnesiyle olan ilişkilerden de kaynaklanır;
kız çocuk sadece özsever gururunu doyurmak için değil, aynı zamanda
annesine duyduÄŸu libidinal istekleri nedeniyle de bir penise sahip
olmak ister. Ancak, penis yokluÄŸundan sorumlu tutulan anneye duyulan
düşmanlık ve bu çok istenen organı babadan edinme isteği kız
çocuğun babaya yönelmesine yol açar. Böylece başlangıçta hem erkek
hem de kız çocuklar sadece bir tek cinsi, erkek cinsini tanırlar.

Freud, penis imrenmesinin kadının sonraki gelişiminde silinmez
izler bıraktığını kabul eder. Örneğin, erkeklerle ilişkilerdeki bozukluklar
son çözümlemede penis imrenmesinin sonuçları olarak görülür;
kadının aşağılık duyguları penis yokluğu nedeniyle kendi cinsini horgörme
olarak yorumlanır; en güzel kadın olma ya da en saygın erkekle
evlenme gibi istekler de penis özleminin anlatımıdır, vb.

Karen Horney (1951), Freud’un ve diÄŸer psikanalizcilerin penise
imrenmeyi kadın kişiliğinin temel taşı saymalarının iki nedene bağlı
olduğunu söylemektedir. Birincisi, mevcut kültürel önyargılarla uzlaşık
kuramsal verilere dayanan analizcilerin, kadının erkeğe egemen
olma, erkeği küçük düşürme, başarısına gıpta etme, erkekten yardım
almayı reddetme eğilimlerini penis imrenmesine maletme acelecilikleridir.
Daha iyi incelendiğinde, bu eğilimlerin nevrozlu kadınların
olduğu kadar nevrozlu erkeklerin de özellikleri olduğu açıkça görülecektir.
Öte yandan nevrozlu kadınların gözlemlenmesi, söz konusu
bütün eğilimlerin erkekler karşısında olduğu kadar diğer kadınlar ya
da çocuklar karşısında da duyulduğunu göstermektedir. İkinci etken,
kadın hastaların terapide sorunlarının penis imrenmesine dayalı açıklamalarla
ele alınmasını kolayca kabul etme eğilimini analizcilerin farketmemiş
olmasıdır. Bir kadının, doğanın haksızlığına uğrayarak iyi
niteliklerle donatılmadığını düşünmesi, gerçekte çevresinden çok şey
istediğini, istekleri doyurulmadığında çok öfkelendiğini, onu her
anlaşmazlıkta hoşgörüsüz kılan bir katılık ve yanılmazlık tutumu
geliştirdiğini kavramasından daha kolaydır.

Horney’e göre, bastırılmış dürtüleri gizleyen erkeklik isteklerinin
böyle bir rol oynaması kültürel etkenler yüzündendir. Adler’in de belirttiÄŸi
gibi, Batı kültüründe erkeklere özgü sayılan güç, başarı, cesaret,
bağımsızlık, cinsel özgürlük, eş seçme hakkı gibi nitelikler ya da
ayrıcalıklar kadınlarda erkekliğe ilgi duymaya yol açmaktadır. Ancak
Horney, penis imrenmesinin yaygın kültürde erkeksi sayılan niteliklere
sahip olma isteğinin simgesel bir anlatımından başka birşey olmadığı
görüşünde değildir; ona göre, penis imrenmesi çerçevesinde
yapılan yorumlar tüm kişilik yapısma bağlı güçlükleri anlamayı
engellemektedir.

Freud kadın kişiliği konusunda birbirine bağlı iki görüş daha ileri
sürmektedir. Birincisi kadınlığın “mazoÅŸizm”le yakın iliÅŸkisi olduÄŸu,
ikincisi de kadında temel korkunun “sevgiyi yitirme korkusu” olduÄŸudur.
Horney, kadınlık mazoşizmi görüşünü geliştiren Helene
Deutsch ve Sandor Rado gibi psikanalizcilerin, temel olarak penis
yokluğunu almalarını ve mazoşizmi özde cinsel saymalarını eleştirerek,
mazoşizmin öncelikle cinsel bir olgu olmadığını vurgulamaktadır.
Horney’e göre mazoÅŸizm biyolojik deÄŸil kültürel nedenlere baÄŸlıdır:
Mazoşizm, kendini silme ve bağımlı kılma yoluyla yaşamda bir güvenlik
ve doyum saÄŸlama giriÅŸimini temsil eder. Bu tutumun temelindeki
kültürel etken de, kadının zayıflığını, birine dayanması gerektiğini,
yaşamının ancak kocası ve çocukları gibi başkalarıyla bir içerik
ve anlam kazanabileceğini vurgulayan erkek ideolojisidir. Aslında bu
etkenler de kendi başlarına mazoşist tutumlar yaratmazlar, fakat nevroz
gerçekten oluştuğunda kadında mazoşist tutumların egemen olmasından
bu etkenler sorumludur. Sevgiyi yitirme korkusu da, mazoÅŸist
araçlardan birinin sevgi kazanma olması ölçüsünde, mazoşist niteliklerden
biridir. Ancak, kültürel etkenlere bağlı olarak, bu korku
sağlıklı kadın açısından da önem taşımaktadır. Çünkü kadın yüzyıllar
boyunca ekonomik ve siyasal sorumlulukların dışıda tutulmuş ve
yaşamını özel bir duygusal alanla sınırlı tutmak zorunda bırakılmıştır.
Bu durumun başka bir yönü de, aşkın ve bağlılığın salt kadına özgü
erdemler ve idealler olarak görülmesidir. Sevgiyi yaşamda önemi olan
biricik deÄŸer saymaya sevkeden kültürel koÅŸullar, kadındaki “yaÅŸlanma
korkusu”nu da belirlemektedir. Kadının elde edebileceÄŸi doyumlar
-aşk, seks, aile, çocuk- hep erkekler tarafından sunulduğu için erkeklerin
hoşuna gitmek yaşamsal bir zorunluluk olmuştur. Erotik çekiciliğe
verilen aşırı önem, kadının çekici yönleri yitip gitmeye başladığında
derin bir acı kaynağı olmaktadır. Bu korku kadında çekiciliğin
sonunu belirliyor görünen yaşla da sınırlanmaz, kadının tüm yaşamını
gölgeler ve zorunlu olarak yaşam karşısında büyük bir güvensizlik
duygusu yaratır. Bu korku, kadının erotizm alanı dışında kalan
olgunluk, bağımsızlık, düşünce özerkliği gibi nitelikleri değerlendirmesini
de engeller. Kadın, olgunluk yıllarına karşı sürekli bir kötüleme
tutumu geliştirirse ve bunları çöküş yılları olarak görürse, kişiliğini
eliştirme görevini aşk yaşamıyla ilgilendiği ölçüde üstlenemez artık.

Sonuç olarak, Horney (1951) şöyle demektedir: “Bizim kültürümüzde
bir kadının sevgiyi aşırı değerlendirmek, sevgiden verebileceğinin
fazlasını beklemek ve bu nedenle de sevgi yitiminden erkekten
daha fazla korkmak zorunda kalmasının gerçekçi nedenleri bunlar
olmuÅŸtur, bir ölçüde de hala bunlardır.”

Psikanalizin kadın karşısındaki tutumunu değerlendirirken
unutulmaması gereken iki nokta vardır. Birincisi, bütün psikanalitik
kuramların aynı olmadığı, çoğunun geleneksel psikanalitik görüşten
hızla uzaklaştığı ve onu şiddetle eleştirdiğidir. İkinci nokta, klasik
psikanalizin temsilcisi olan Freud’un bile kadın konusudaki -biyolojiye
sıkıca bağlı- ilk görüşlerini zamanla yumuşattığı ve toplumsal-kültürel
koşulların önemini giderek teslim ettiğidir. Daha sonraki ve
günümüzdeki feminist akımların düşünce kaynaklarından birinin psikanaliz
olması da bunu göstermektedir.

b. Toplumsal Öğrenme Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar
doğuşta esas olarak yansızdırlar ve başlangıçtaki biyolojik farklılıkları
daha sonraki cinsel kimlik farklılıklarını açıklamaya yetmez. Cinse
bağlı kimliğin kazanılması sürecinde seçici pekiştirme ve taklit temel
rolü oynar. Bu açıdan bakıldığında, çocuklar aynı cinsten anababanın
davranışını model aldıkları için ödüllendirilirler; toplum da daha sonra
sistemli ödül ve cezalarla bu tür takliti pekiştirir. Kızlar ve oğlanlar,
yetişkinler ve yaşıtları tarafından toplumun cinsine uygun saydığı davranış
için ödüllendirilir, uymayan davranış için de cezalandırılırlar.
Walter Mischel (1970), çocukların aynı cinsten modelleri karşı cinsten
modellerden daha fazla taklit ettiklerini, çünkü aynı cinsten modellerin
onları daha fazla sevdiğini düşündüklerini ileri sürmektedir.
Çocuklar aynı cinsten anababayı sevecen ve ödüllendirici gördüklerinde
bu etken önem kazanmaktadır. Albert Bandura, toplumsal öğrenme
kuramına yeni bir boyut katarak, çocukların, büyüklerin davranışını
taklit etmeye (imitation) ek olarak, “gözlemsel öğrenmeye” de (observational
learning) yöneldiklerini ileri sürmektedir. Bandura’ya göre,
çocuklar bir modelin davranışını zihinlerinde çözümlerler ve kendileri
için olumlu bir sonucu olduğuna inanmadıkça davranışı taklit etmezler.

Sonuç olarak, toplumsal öğrenme yaklaşımı, cinsiyet rollerinin
kazanılmasında ödülün, cezanın ve gözlemsel öğrenmenin önemini
vurgulamaktadır. Genellikle, gözlemsel öğrenmenin en azından pekiştirme
kadar önemli olduğuna inanılmaktadır. Bilişsel etkenlerin gözlemsel
öğrenmeye aracılık ettiği kabul edilmektedir.

c. Bilişsel Gelişim Kuramı. Bu kurama göre, çocuklar ilk olarak
kendilerini erkek ya da dişi olarak etiketlemeyi öğrenirler ve sonra
kendi cins kategorilerine uygun düşen davranışları kazanmaya yönelirler.
Bu süreç “kendi kendini toplumsallaÅŸtırma” (self-socialization)
olarak adlandırılır. Kohlberg’e göre, çocuklar kalıplaÅŸtırılmış bir erkeklik
ve dişilik anlayışı (aşırı basitleştirilmiş, abartılmış, karikatürleştirilmiş
bir imge) oluştururlar. Daha sonra bu kalıp imgeyi kendi
çevrelerini örgütlemede kullanırlar. Kendi cins kavramlarıyla uyuşan
davranışları seçer ve geliştirirler.

Toplumsal öğrenme kuramının görüşü şu sırayla özetlenebilir:
“Ödül istiyorum. OÄŸlanlara özgü ÅŸeyleri yaptığım için ödüllendirildim.
Dolayısıyla, bir oÄŸlan olmak istiyorum.” Oysa Kohlberg ÅŸu sıranın
izlendiÄŸini ileri sürmektedir: “Ben bir oÄŸlanım. Dolayısıyla, oÄŸlanlara
özgü şeyleri yapmak istiyorum. Çünkü oğlanlara özgü şeyleri
yapmak ödüllendirilmektedir.”

Küçük çocukların cinsiyet farklılıklarına ilişkin düşüncelerinde
genital anatomi görece çok az bir rol oynamaktadır. Çocuklar, 2-6
yaşlar arasında, her bireyin ya erkek ya da dişi olduğunu, değişmez
biçimde oğlanların erkek kızların kadın olacağını, erkek ya da dişi olmaya
ilişkin nitelemenin duruma ya da kişisel güdülere göre değişmeyeceğini
kavramaya başlamaktadırlar. Şu halde, bilişsel gelişim kuramında
cinsel kimliğin kazanılması üç evrede ortaya çıkıyor demektir.
Çocuk üç yaşında (birinci evre: cinsin özdeşliği) kendini doğru
olarak etiketleyebilir ve başkalarının cinsini de belirli bir doğrulukla
belirleyebilir. Dört yaşında (ikinci evre: cinsin kararlılığı) cinsin
değişmeyeceği gerçeğine ilişkin kısmi bir bilinç vardır. Bununla birlikte,
aşağı yukarı altı yaşına kadar, öncelikle fiziksel cins farklılıklarına
dayanan kesin bir cinsel kimlik kavramı kurulmuş değildir (üçüncü
evre: cinsin tutarlılığı). Bu ilerleme genel bilişsel gelişim örüntüsünü
izler ve cinsin değişmezliği nesnenin sürekliliğinin özel bir yönü olabilir.

Kuramların topluca değerlendirilmesinde yarar var.

Çocukların cinsel kimliklerini nasıl kazandıkları konusunda tüm
yayınları inceleyen E. E. Maccoby ve C. N. Jacklin, bilişsel gelişim
kuramının olgulara en uygun düşen kuram olduğu sonucuna varmaktadır.
Psikanaliz ve toplumsal öğrenme kuramlarının üç temel güçlüğü
vardır. Birincisi, araştırmaların, çocukların davranışlarında aynı cinsten
anababaya tam tamına benzediklerini göstermemesidir. Örneğin,
oğlan çocuklar, en azından ölçülen davranışların çoğunda, kendi babalarına
benzemekten çok, diğer çocukların babalarına benziyor görünüyorlar.
Maccoby ve Jacklin, toplumsal öğrenme kuramının, cinse bağlı
davranışlarda erkeklerin ve kadınların farklı pekiştirmelere uğradıkları
sayıltısını sorgulayarak, iki cinsin toplumsallaşmasında yüksek derecede
bir özdeşlik olduğunu vurgulamaktadır. Anababalar çocuklarını
aynı biçimde yetiştirdiklerini, cinse göre farklılaşan bir işlemde
bulunmadıklarını ısrarla belirtiyorlar. Bununla birlikte, anababalar
oğlanların ve kızların doğal olarak farklı olduğuna inandıkları için,
oğullarını ve kızlarını aynı biçimde yetiştirdikleri iddialarını kabul etmek
zordur.

Psikanalizin ve toplumsal öğrenme kuramının ikinci güçlüğü, erkek
ya da dişi modeli taklit etme olanağı sunulmuş çocukların mutlaka
kendi cinslerine uygun düşen modeli seçmemeleridir. Çocukların seçimleri
oldukça rastlantısaldır. Ancak, Bandura’nın öğrenme ile uygulama
arasıda yaptığı ayırım bu eleÅŸtiriyi aÅŸabilmektedir. Bandura’ya
göre, çocuklar her iki modelden de öğrenebilirler, ama sonuçların ne
olacağı ve davranışın kendi cinslerine uygun düşüp düşmeyeceği konusundaki
düşüncelerine bağlı olarak, öğrendiklerini uygulayabilir ya
da uygulamayabilirler.

Maccoby ve Jacklin’in psikanaliz ve öğrenme kuramlarında saptadığı
üçüncü güçlük, çocuklar cinse bağlı davranışa girdiklerinde çoğu
zaman, gözlemledikleri cinse bağlı davranışla çok az bir doğrudan
ilişki görülmesidir. Oğlanlar, aile arabasını annelerinin babalarından
daha fazla kullandığını görseler bile arabalarla ve kamyonlarla oynamayı
seçiyorlar; kızlar, anneleri aynını yapıyor olmasa bile, seksek ve
ip atlama gibi yüksek derecede cinse bağlı oyunları oynuyorlar.

Gelişim psikologlarının çoğu bilişsel gelişim kuramını üstün tutmakla
birlikte, kimileri her üç kuramı da dikkate değer bulmaktadır. J.
S. Hyde ve B. G. Rosenberg bu konuda şöyle demektedir: “Tümüyle
doÄŸru kuram yoktur, herbiri anlayışımıza bir ÅŸeyler katar. Freud’çu kuram, ,
bireyin cinsel kimliğinin ve davranışmın köklerinin önceki yaşantılarda
olduğunu açıklayan psikoseksüel gelişim kavramının vurgulanmasında
tarihsel bakımdan önemlidir… Toplumsal öğrenme kuramı,
cinsel rol değişiminin toplumsal ve kültürel ögelerini, cinse
bağlı davranışların oluşumunda toplumun önemini vurgulaması bakımından
önemlidir… BiliÅŸsel geliÅŸim kuramı da, cinse baÄŸlı rolün öğrenilmesinin
çocukluğun akılcı öğrenme sürecinin bir bölümü olduğunu
vurgulamaktadır, çocuklar cinsiyet rollerini kazanmaya etkin biçimde
çaba göstermektedirler” (Vander Zanden, 1981).

Freud’un kuramının temellerinden biri olan Oedipus karmaÅŸasının
oluşumuna ve evrenselliğine ilişkin açıklamalar bugün kuşkuyla
karşılanmaktadır. Erich Formm’a (1979) göre, Freud Oedipus’u keÅŸfederek
büyük bir hizmette bulunmuş, ama bu yaşantıyı cinsel bir olgu
olarak görmesi yüzünden anlamını çarpıtmıştır. Oedipus, temelde anneye
cinsel bağlılığın değil, cennetsi ortama duyulan özlemin, güvenlik
gereksinmesinin ve korunma isteğinin anlatımıdır. Öte yandan, kadının
kişilik gelişiminde penis özlemine başyerin verilmesi de şiddetle
eleştirilmiştir. Kadını doğası gereği bağımlı, özsever, mazoşist, içtenlikle
sevme yeteneği olmayan, cinsel bakımdan da soğuk bir varlık
olarak tanımlamak en azından tarihsel bir sınırlılık içermektedir. Freud,
kendi zamanının orta sınıf kadınının, ataerkil erkeğin cinsel tutumunun
kaçınılmaz sonucu olan bu özelliklerini evrenselleştirmek yanlışına
düşmüştür. Bütün kuramların, içinde ortaya çıktıkları çağın ya da
dönemin bilimsel verilerini olduğu kadar kültürel önyargılarını da
yansıtmak durumunda -hatta belki zorunda- oldukları gerçeği kuramları
incelerken gözden kaçırılmaması gereken önemli bir noktadır. Öte
yandan, bir kuramın bütün yönleriyle doğru ya da yanlış olamayacağı
gerçeÄŸi de aynı derecede önemlidir. Freud, Fromm’un deyiÅŸiyle, devrimci
bir kuram yaratmaya çalışmış, ama çağının tutucu görüşlerinin
etkisinden kendini kurtarmayı başaramamıştır. Özellikle cinsel
kalıpyargıların kaçınılması güç etkileri bu görüşü doğrulamaktadır.

:::::::::::::::::

4. Cinslere İlişkin Kalıpyargılar

Kalıpyargılar (stereotyps), güncel olarak kullanılsalar bile belirlenmiş
buyruklar, normlar, standartlar olarak etkide bulunurlar. ToplumsallaÅŸma
çabaları toplumun bütün üyelerini kalıpyargılara uygun
olarak geliştirmeyi amaçlar. Örneğin, oğlan çocuklar etkin, yarışmacı
ve akılcı, kız çocuklar ise bağımlı, duygusal ve edilgin olacak biçimde
yetiÅŸtirilirler. Ayrıca, Tresemer ve Pleck’in belirttiÄŸi gibi, cinsler
arasındaki sınırlar bireylerin önceden belirlenmiş cinsiyet rollerinde
ilerleyebileceği biçimde belirgin ve katı tutulmalıdır, vb.

Cinsler arasında varolan farklılıkları saptamaya tarih boyunca
çaba gösterilmiştir. Fiziksel özelliklerin farklılığı konusunda aşağı
yukarı bir uzlaşma vardır, oysa psikolojik niteliklerin saptanmasında
aynı açık-seçiklik yoktur. Maccoby ve Jacklin cinslerin farklılığı
konusundaki yüzlerce araştırmanın sonuçlarını özetleyerek, pek çok
farklılığın gerçeklikte temeli olmayan güncel kültürel söylenceler olduğu
sonucuna varmışlardır. Maccoby ve Jacklin’e göre yanlış olan
söylenceler ÅŸunlardır: Kızların oÄŸlanlardan daha “toplumsal” olduÄŸu;
kızların oÄŸlanlardan daha “telkin edilebilir” olduÄŸu; kızların baÅŸarı
güdüsünden yoksun olduğu; kızların katılımdan daha çok etkilendiği;
oğlanların çevreye daha çok yanıt verdiği; kızların özsaygılarının daha
düşük olduğu; kızların ezberden öğrenmede ve tekrarlı görevlerde,
oğlanların yüksek bilişsel süreçler gerektiren görevlerde daha iyi olduğu;
oÄŸlanların daha “çözümleyici” olduÄŸu; kızların daha iÅŸitsel,
oÄŸlanların daha görsel olduÄŸu… Maccoby ve Jacklin, bu alandaki araÅŸtırma
bulgularının çok karışık, belirsiz ve yargı geliştirmeye elverişsiz
olduğunu da saptadılar. Sonuçta yalnızca dört alanda belirtilmiş cinsiyet
farklılıklarını kabul ettiler (Tablo 16). Ancak, daha sonra bu çalışmaya
da yöneltilen eleştirilerin ışığında, bugün, cinsler arasındaki
farklılıkların önceleri görüldüğünden daha az, ama belki Maccoby ve
Jacklin’in belirttiÄŸinden daha özlü ve önemli olduÄŸu kabul edilmektedir.

Öte yandan, cinsel rol (sex role) ile cinsel kimlik (sex identity)
arasındaki ayırım da çok önemlidir. Cinsel (ya da cinse bağlı) kimlik, bir
cinsten ya da öbüründen olmanın farkında olmaya, özbilincine dayanır,
bir insanın erkek ya da dişi olmlsına ilişkin iç yaşantıdır. Cinsel (ya da
cinse bağlı) rol, toplumun cinsler için önceden belirlediği davranışlar ve
rollerdir. Bir cinsel rolün kazanılması süreci bazen “cinsel tipleÅŸme”
(sex typing) olarak adlandırılır. Bu kavramları birbirinden her zaman kesin
biçimde ayırmak olanaklı değildir. Cinsel tipleşme bir cinsel kimliğin
kurulmasına tabi olabilir ya da cinsel kimlik kısmen cinsel rol
davranışlarının kabul edilmesine dayanabilir. Ne olursa olsun, gelişim
kuramları bazen biri ya da öbürü üzerinde odaklaştığı için, böyle bir ayırım
yapmakta yarar vardır (Liebert ve Wick-Nelson. 1981 ).

Tablo 16

Yerleşik Cins Farklılıkları Alanları ve Ortaya Çıktığı Yaşlar

Alanlar – YaÅŸlar

Kızların sözel yetenekleri daha fazladır. – Olasılıkla yaÅŸamın erken
yıllarında çelişen bu özellik. okulöncesi yıllarla ergenlik arasında
pek az belirgindir, yetişkinliğe girildikten sonra gitgide güçlenmektedir.

OÄŸlanlar görsel-uzamsal yetenekte üstündürler. – Bu özellik ergenliÄŸe
kadar oluşmaz ve yetişkinlikte sürer.

OÄŸlanlar matematiksel yetenekte üstündürler. – Bu özellik ergenliÄŸin
ilk yıllarında başlar ve yetişkinlikte gelişir.

OÄŸlanlar daha saldırgandır. – Bu özellik 2 yaÅŸlarında baÅŸlar ve üniversite
yıllarında sürer. Yetişkinler açısından daha fazla bilgi yok.

Kaynak: Maccoby ve Jacklin, The Psychology of Sex Differences,
1974, aktaran Liebert ve Wicks-Nelson, 1981.

:::::::::::::::::

5. Cinse Bağlı Özelliklerin Sürekliliği

Kişiliğin sürekliliği tartışmalarında görüldüğü gibi, bazı araştırmalar,
erkeklerin ve kadınların yaşam süresi boyunca karşıt yönlerde
ilerledikleri sonucuna varmaktadırlar. David Gutmann, Neugarten’in
Kansas City araştırmasındaki erkek denekler ile dört ayrı kültürdeki
erkekleri karşılaştırarak bu savın doğruluğunu araştırdı. Gutmann, bu
dört kültürdeki 35-44 yaşlarındaki erkeklerin iç enerjilerine ve yaratıcı
yeteneklerine güvendiklerini ve bundan hoşlandıklarını buldu. Bu erkekler
yarışmacı, saldırgan ve bağımsız olmaya yöneliyorlardı. 45 ve
daha yukarı yaştaki erkekler ise daha edilgin ve kendine dönük olmaya
yöneliyorlardı, başkalarını etkilemek için yalvarıcı ve uymacı
tekniklere başvuruyorlardı. Gutmann, etkin egemenlikten edilgin egemenliğe
doğru ortaya çıkan bu değişimin kültürden çok yaşa bağlı olabileceği
sonucuna varmaktadır. Gutmann, çok sayıda kültürde sürdürdüğü
sonraki araştırmasında ilk bulgularının onaylandığını gördü. 55
yaş dolayındaki erkekler çevrelerinin istemleriyle başa çıkmada etkin
teknikler yerine edilgin teknikler kullanmaya başlamaktadırlar. Kadınlar
ise edilgin egemenlikten etkin egemenliğe doğru karşıt yünde
ilerlemektedirler. Kadınlar daha güçlü, başat ve bağımsız olmaya
yönelmektedirler. Gutmann, “Gerçekte ‘eril’ ve ‘diÅŸil’ özellikler sadece
cinsiyetle değil, yaşam dönemiyle de paylaştırılmaktadır. Erkekler sonsuza
dek ‘eril’ deÄŸildir; erkekler sözde ‘diÅŸil’ örüntüden önce ‘eril’ özellikler
gösteren bir cins olarak tanımlanabilir. Bunun tersi de kadınlar için
geçerlidir” sonucuna varmaktadır. Bu cinsiyet farklılıklarını açıklama
girişiminde Gutmann, anababa olma zorunluluklarının cinsleri genç
yetişkinlikte farklı gereklerle karşı karşıya bıraktığına inanmaktadır.
Eğer kadınlar (iş bölümündeki geleneksel örüntüye göre) çocuklarının
ilk bakıcıları olarak başarılı olmak istiyorlarsa, kişiliklerindeki saldırgan
ögeleri bastırma gereğini duymaktadırlar. Eğer erkekler de ekonomik
gelir sağlayan kişi olarak geleneksel rollerinde başarılı olmak istiyorlarsa,
kişiliklerinin saldırgan yönlerini bastırma gereğini duymaktadırlar.
Ama çocukları büyüdüğünde ve kendileri yetişkinlikte ilerlediklerinde
her iki anababa da kişiliklerinin tüm gizilgücünü ortaya
koyma fırsatını bulmaktadır. Erkek, önceleri ekonomik yarışma yararına
bastırdığı “diÅŸilliÄŸi”, kadın çocuklarına duygusal güvenlik saÄŸlama
uÄŸruna bastırdığı “erilliÄŸi” tekrar ele geçirebilir.

S. S. Feldman ve S. C. Nash, kendi araÅŸtırmalarında Gutmann’ın
kuramını destekleyen ya da yanlışlayan bulgular elde ettiler. Gutmann’ın
beklediği gibi, büyükbabalar bebeklere karşı erkeklerin yaşamlarının
hiçbir döneminde duymadıkları büyük bir sorumluluk duyuyorlardı.
Fakat Gutmann’ın beklentisinin tersine, erkeklerin erillik puanları
yaşamın ileri evrelerinde anlamlı bir değişim göstermiyordu. Erkeklerin
ileri yıllarda tipik “diÅŸil” özellikler gösterme olasılığı artmakla
birlikte, bunu yerleşik erilliklerinin gerilemesi pahasına yapmıyorlardı.
Aynı şekilde, kadınlar da dişilliklerinde bir düşüş olmaksızın
erillik puanlarında yükselme gösteriyorlardı.

Erkeklerin ve kadınların birbirine karşıt kişilik ve davranış özellikleri
olduğu görüşünün karşısına, bugün tek bir kişide her iki cinsin
özelliklerinin birleştiğini savunan androjenlik kavramı çıkartılmaktadır.
Bireylerin cinse bağlı tutum ve davranışlarda farklılaşması cinse
baÄŸlı rollerin sürekli çizgisi üzerinde olmaktadır. “Androjen” bireyler,
kişiliklerini ve davranışlarını erillik ve dişilikle ilgili kültürel
kalıpyargılarla sınırlamazlar. S. L. Ben, üniversite öğrencileri üzerinde
yaptığı bir araÅŸtırmada, erkek ve kadınların % 35’inin, kendi kiÅŸiliklerinde
hem eril hem dişil özellikleri topladığını buldu. Bu insanlar, gerektiğinde
bağımsız ve kendini kabul ettiren, gerektiğinde de sıcak ve sorumlu
kişiler olabilmektedir. Bireylerin kendi cinsinin ve karşı cinsin
rollerine sahip olmasının yaşamın özel durumlarına göre dalgalanma
göstereceği de savunulmaktadır. Cinslerden birinin egemenliğine bağlı
toplumsal düzenlemelerin cinse göre tipleşmiş davranışları öne çıkaracağı,
eÅŸitlikçi düzenlemelerde ise “androjen” davranışların artacağı
söylenebilir (Vander Zanden, 1981).

:::::::::::::::::

İİ. ORTA YILLARDA BİREYSEL GELİŞİM

Bireysel açıdan orta yıllar gelişimde inişe geçişin belirtilerini
taşıyan yıllardır. Derinin kırışmaya, saçların aklaşmaya, cinsel gücün
azalmaya başladığı, iç organların çalışmasında aksamanın görüldüğü,
damar sertliği ve buna bağlı yüksek tansiyon ve kalp hastalıklarının
kişiyi her an alt edebildiği, kilo almanın süreklilik kazandığı bir dönem
söz konusudur. Ergenlikteki ileriye doğru fiziksel ve cinsel değişimlerin
yerini burada gerileyen fiziksel ve cinsel değişimler alır. Bireysel
güçlerin iniÅŸe geçtiÄŸi bu dönem, aynı zamanda yaÅŸama bir “yeniden
deÄŸerlendirme” açısından bakma gereksinmesinin duyulduÄŸu
dönemdir. İşte ve meslekte en yüksek noktaya çıkılmış olmasına karşın,
birey bundan böyle yaşamını aynı biçimde sürdürüp sürdüremeyeceğini
sorma noktasındadır. Ancak bu dönemi bir “bunalım” dönemi olarak görmek
de doÄŸru deÄŸildir.

:::::::::::::::::

1. Bedensel deÄŸiÅŸimler

Genç yetişkinlikte dış görünümde çok az bir değişme varken,
orta yaÅŸlılıkta dış görünüm’de belirgin ve dramatik deÄŸiÅŸimler söz
konusudur. Kilo alma eğilimi güçlenmiştir. Psikiyatrist Robert N. Butler
(1977) orta yılları ikinci bir “oral bağımlılık” dönemi olarak
nitelemektedir. İnsanlar bu dönemde yemeğe düşkündürler, şişmanladıklarını
ve hatta sağlıklarını yitirdiklerini görseler bile yemekten kendilerini
alıkoymazlar. Ergenlikte yaÄŸlar bedenin tüm ağırlığının % 10’u kadarken,
bu oran orta yıllarda % 20’ye çıkmaktadır. Ãœstelik yaÄŸlanmada
göğüs ve omuzlar daralıp küçülmüş gibi görünür. Ayrıca bedenin
genel duruş biçimi de değişmiş, hareketler yavaşlamıştır. Özellikle
erkeklerde saçların değişimi orta yaşlarda belirgindir.

Duyu işlevleri içinde görme yaşa bağlı değişimleri en çok belli
eden alandır. 40 yaş dolaylarında yetişkinler görmede aniden ortaya
çıkan değişimlerin (Göz bebeğinin küçülmesi, ışığa uyum, göz merceği
uyumu, vb.) farkına varırlar. 65 yaşından önce yetişkinlerin yaklaşık
yarısı gözlük kullanmak zorunda kalır, 65’ten sonra on yetiÅŸkinden
dokuzu gözlük takar.

İşitme alanında 25 yaşından önce azalma çok enderdir (yüz kişiden
birinde), 45 yaşından sonra bu oran yükselmeye başlar. İşitme
yitiminin çoğu yüksek ses frekansında olur. Erkekler düşük frekansı
kadınlardan, kadınlar da yüksek frekansı erkeklerden daha iyi duyarlar.
Elli yaşından sonraki işitme yitimi erkeklerde kadınlardakinden
daha fazladır.

Tat duyusundaki azalma özellikle 50 yaşından sonra belirginleşir.
Önce yanaklardaki, sonra dil kökündeki tat duyusu alıcıları azalmaya
başlar. Tatlılara karşı duyarlılık yaşlılıkta genç yetişkinliğe oranla üç
kez daha azdır. 40 yaşından sonra koku duyarlılığı da önemli ölçüde
azalmaktadır. 60 yaşındaki kişinin kokuları ayırt etme yeteneği 20
yaşındakinden % 50 daha azdır. Acı duyarlılığı ise yaklaşık 45 yaşlarında
artmakta ve artışını 60 yaşın ötesine kadar sürdürmektedir.

Hareket alanında yetişkinlik yıllarında önemli bir azalma vardır.
Olgunluk ve yaşlılık yıllarındaki iş ve başarıya ilişkin araştırmalar,
yaşlılık değişimlerinin olumsuz ve gerileyici olduğunu belirterek, bütün
davranışsal iÅŸlevlerdeki yaÅŸlılık belirtilerini vurgulamaktadır. Welford’un
sözünü ettiği değişimler şunlardır: a) Tepki zamanında artış.
Tepki zamanı bir bireyin bir duyu uyarısını alışı ile yanıt verişi arasındaki
süredir. Ayrıca bir işi yapma süresinde de yaşla artış vardır. b)
Bir işi başarma değişkenliğinde yaşla artış. c) Daha karmaşık işlerin
yapılmasında yaşla ortaya çıkan önemli başarı düşüşü. Beynin bilgi biriktirme
ve iletme kapasitesinde yaşlanmaya bağlı bir azalma vardır.
Sonuç olarak yaşlı kişiler gençler kadar hızlı tepki veremezler. Orta
yaşların sonlarına doğru çabuk yapılması gereken işlerde hız azalması
artar. Örneğin, bazı yetişkinler bir dizi uzun ve karmaşık hareketi
gerektiren müzik aleti çalmada güçlük duymaktadırlar. Ancak, hareket
becerilerindeki düşüş açık olmakla birlikte, bu düşüşün meslek başarısında
da düşüşe yol açacağı konusunda kesinlik yoktur. Başka bir
deyişle, yaşlı kişilerin birikmiş deneyim ve bilgileri hareketteki
yavaşlamayı ödünleyici niteliktedir.

Beden sağlıyı orta yaşların önemli bir sorunu olarak ortaya çıkar.
McCammon’un belirttiÄŸi gibi, insanlar yetiÅŸkinlik yıllarında daha fazla
kronik ve daha az akut hastalık yaşamaya eğilim gösterirler. Akut
hastalıklar kısa süreli ve tedavi edilebilir hastalıklardır, buna karşılık
kronik hastalıklar (mafsal iltihabı ve şeker hastalığı gibi) uzun süreli
ve tedavi edilemez hastalıklardır.

Bazı kronik hastalıklar orta yetişkinlik yıllarında ortaya çıkmaya
başlar. 50-60 yaşları arasında -özellikle erkeklerde- şeker hastalığı
(diabete) son derece artar, 40 yaşlarından hemen sonra mafsal iltihabı
(arthirit) daha sık görülmeye başlar. Kalp ve dolaşım sistemiyle ilgili
dolaşım sorunları da orta yaşlarda artar. Damar sertliği (arteriosclerosis)
atardamar duvarlarında kolesterol gibi maddelerin birikmesiyle
ortaya çıkar. Büyük olasılıkla çocukluk gibi erken dönemlerde başlayan
bu süreç yetişkinlik boyunca sürer ve atardamar duvarlarının esnekliğini
giderek sınırlar. Damar duvarında biriken maddeler sert plakalara
dönüşebilir ve hatta damarın yırtılmasına yol açabilir. Genellikle
iç çeperi bozulmuş olan damarlarda kan pıhtıları toplanır (tromboz)
ve tıkanmalara neden olabilir; bu durum kol ve bacaklarda olursa
gangrenle, beyinde olursa felçle sonuçlanabilir. Genç yetişkinlikle orta
yaşlar arasında kalp atardamarlarının (koroner arterleri) yaklaşık %
25’i bu nedenle görevini iyi yapamaz ve koroner kalp hastalıkları ortaya
çıkar. Bu hastalıklar bazen sigaraya, kolesterol düzeyine, yüksek
kan basıncına ve kişilik özelliklerine de bağlı olabilir. Yüksek tansiyon
(yüksek kan basıncı) BirleÅŸik Devletler’de her yıl yaklaşık altmış bin
erkek ve kadının ölümünde doğrudan etkili olmaktadır, bu insanların
çoğu kırk yaşlarındadır. Yüksek tansiyon fıziksel ve duygusal etkenlerin
etkileşimine bağlı bir hastalıktır. Atardamar duvarlarında madde
birikimi fiziksel bir etkendir, bireyin streslere tepki göstermesi de
duygusal bir etkendir. Sürekli gerginlik ve stres bazen kan basıncı düzeyinin
artmasına neden olabilir. Kan basıncı düzeyinin yaşla artması
yönünde bir eğilim de vardır. Bazı kişiler stresle başaçıkmada gençlik
yıllarında sağlıklı teknikler geliştirirler, bu özellik onlara yetişkinlikte
de yardımcı olur.

:::::::::::::::::

2. Zihinsel deÄŸiÅŸimler

Yetişkinlikte zekanın azaldığı ya da yetişkinlerin yeni şeyler
öğrenemeyecekleri türünden söylenceler, insanların yetişkinlikteki zihinsel
değişimleri doğru bir biçimde değerlendirmesini engellemektedir.
Zekanın ve bilişsel yeteneklerin yetişkinlik boyunca değişmez
kaldığı gerçeği daha önce belirtilmişti. Gerçekte, akılyürütme ve sözel
beceriler yetişkinlikte gelişebilmektedir. Orta yaşlı bireylerin düşünme
yetenekleri büyük olasılıkla genç yetişkinliktekinden daha iyi olmaktadır.
Ayrıca, yaratıcılık da orta yetişkinlik yıllarında belirgin bir
azalma göstermemektedir. Yaratıcı kişilerin toplam ürünlerinin incelenmesi,
bu insanların başarının doruğuna orta yaşlarda, bazen de ileri
yetişkinlikte ulaştıklarını göstermektedir. Bilim adamları için yaklaşık
40-60 yaşları arası bilimsel üretimin oldukça sürekli bir akış gösterdiği
dönemdir, göreli bir azalma ancak 60-70 yaşları arasında ortaya
çıkmaktadır. Bilim adamları için 20-29 yaşları arasının en az ürün verdikleri
dönem olduğu da belirtilmektedir. Sadece sanatçıların 60-70
yaşları arasında 20-29 yaşları arasındakinden daha az ürün verdikleri
bulunmuştur. İnsan bilimlerinde yaratıcılık yaklaşık 30-70 yaşları
arasında sürekli gelişme göstermektedir. Orta yaşlarda doruk noktasına
ulaşan yaratıcı kişiler bazı yaratıcı etkinliklerini ileri yetişkinlik
yıllarına kadar sürdürebilirler. Çünkü doruk noktasına ulaşmak bundan
sonra bütün işlerin duracağı anlamına gelmez. Ayrıca, azalma ya
da düşüş mutlaka yeteneklerde deÄŸiÅŸme olduÄŸunu da göstermez. Kimmel’e
göre, düşme belki de zihinsel değişimlerden çok bilişsel olmayan
etkenlerin sonucudur. Nitekim, bilim adamları -büyük yaratıcı çalışmanın
ardından- birtakım sorumluluklar üstlenerek (yöneticilik, vb.)
yaratıcı üretime daha az zaman ve enerji ayırmak durumunda kalmaktadırlar.

Aşağı yukarı her yetişkin yeterli zaman verildiğinde her türlü konuyu
öğrenmeye ve beceriyi edinmeye yeteneklidir. Yetişkinlikte bireysel
farklılıklar önemli ölçüde artmakla birlikte, kendilerine güvenlerinin
azalmaması koşuluyla, yetişkinler hala yeni şeyler öğrenebilirler.
Kendine güven özellikle önemlidir; çünkü bazı yetişkinler, öğrenim
yaşamlarının sınırlılığını aşırı vurgulayarak öğrenme yeteneklerini
olduğundan daha az görme eğilimindedirler. Pratik yolla ve özel
deneyimle elde ettikleri bilgileri de küçümserler. Oysa yetişkinler yaşamları
boyunca iş, aile ve toplum yaşamlarında -informel olarak-
pek çok şey öğrenirler. Birçok yetişkin kendi yönettiği öğrenme
etkinliklerine girer. Yetişkinler genellikle öğrendiklerini kullanmak da
isterler. Knox’a göre, yetiÅŸkinlikteki öğrenmeyi etkileyen bellibaÅŸlı
etkenler şunlardır: a) Koşullar. Fizyolojik koşullar ve fiziksel sağlık
öğrenmeyi çeşitli yönlerden etkileyebilir. Duyusal kısıtlanmalar (görmenin,
işitmenin azalması gibi) duyusal girdileri sınırlayabilir. Sağlığın
bozulması dikkatin dış olaylara yöneltilmesini önleyebilir. b) Uyum.
Öğrenme durumunda kişisel ya da toplumsal bir uyumsuzluk olduğunda
bireyin öğrenmeyi değerlendirmesi ya da kolaylaştırması daha
az olanaklıdır. Toplumsal uyumsuzluk genellikle öğrenen kişinin savunma
ve anksiyetesiyle ilgilidir ve kişinin güdülenme ve canlılık düzeyiyle
karıştırılmamalıdır. Kişi bir durumla uğraşabileceğine inanırsa
ona meydan okuyabilir, eÄŸer inanmazsa durumu tehdit edici olarak
algılayabilir. Daha önce pek çok başarısı olan bir kişi başarısızlığı çok
rahat göğüsleyebilir. Yeni eğitim deneyimlerinde destek ve yardım yetişkinler
için çok önemlidir. c) Uygunluk. İş anlamlı ise ve öğrenme
yarar sağlayacaksa yetişkinin öğrenme etkinliğindeki güdüsü ve işbirliği
de artar. Belirgin ve seçilmiş öğrenme görevleri ve anlaşılır yöntemler
söz konusu olduğunda yetişkin daha etkin bir ilgi ve katılım
göstermektedir. d) Hız. Özellikle yaşlı yetişkinler için zaman sınırlamaları
ve baskılar öğrenme başarısını azaltmaktadır. Yetişkin kendi
ritmine bırakılırsa öğrenme başarısı daha yüksek olur. e) Statü.
Sosyoekonomik durumlar, öğrenme yeteneğini etkileyebilecek değerler,
istemler, baskılar ve kaynaklarla yakından ilişkilidir. Resmi öğrenim
düzeyi yetişkinin öğrenmesiyle yakından bağlantılı bir statü belirtisi
olmaktadır. Statünün öğrenmeye etkisi öğrenme etkinliğinin türüne
bağlıdır. Örneğin, ölçme sisteminin öğrenilmesinde sözel iletişim mavi
yakalı yetişkinler için daha etkili olurken, beyaz yakalı yetişkinler
soyut kavramları yazılı iletişimle daha kolay öğrenmektedirler. f)
Görünüş. Kişisel görünüş ve kişilik özellikleri (açık görüşlülük ya da
savunmacılık gibi), yetişkinin özel öğrenim türleriyle uğraşma yollarını
etkileyebilmektedir (Schiamberg ve Smith, 1982).

İlerde yaşlılık bölümünde de tartışılacağı gibi, zekanın yetişkinlikteki
durumu (artma, azalma, deÄŸiÅŸmeme) her zaman merak konusu
olmuştur. Bir yanda, yetişkinlik boyunca zekada düşüşün kaçınılmaz
olduğunu, bilgi ve deneyim artışı gizlese bile öğrenme gücünde yaşla
birlikte yadsınamaz bir azalışın ortaya çıktığını ileri sürenler vardır.
Öbür yanda, zekanın yaşam boyunca esnekliğini koruduğunu, sağlık,
eğitim, yaşam deneyimleri gibi etkenlerle yoğurulduğunu, dolayısıyla
azalabileceğini de, artabileceğini de düşünenler bulunmaktadır. Bu
görüşlerden hangisi doğrudur ya da bunları uzlaştırmanın yolu var mıdır?

Yirminci yüzyıl boyunca psikologlar zekanın ergenlikte tepe
noktasına ulaştığına, sonra yetişkinlik boyunca derece derece azaldığına
inanmışlardır. 1950’lerin ortalarında ilk kez bu sayıltıdan kuÅŸku
duyulmaya başlanmıştır. Özellikle boylamsal araştırmalar zekanın yetişkinlik
süresince de gelişebildiğini göstermiştir. Kuşak ya da bölük
farkılıklarının bozucu etkilerini ilk kez farkedenlerden biri K. Warner
Schaie’dir. Schaie aynı denekleri 1963’de, 1970’de, 1977’de yeniden
test edince sorunun kesitsel araştırma yaklaşımından kaynaklandığını
ortaya çıkarmıştır. Ancak boylamsal yöntemin de bu haliyle birtakım
sakıncalar içerdiği görülmüştür. Bunlardan biri, hep aynı testi birçok
kez almanın kişinin başarısını yükseltebileceği gerçeğidir. Schaie bu
sakıncayı aÅŸabilmek için daha önce sözünü ettiÄŸimiz “sırasal düzen”
yaklaşımını geliştirmiştir. Kesitsel ve boylamsal verilerin birlikte
kullanılması kuşak farklılıkları engelini aşmayı sağlamaktadır.

Konuyla ilgili bütün araştırmalar bize yetişkinlikteki bilişsel gelişim
için iki genel sonuç vermektedir:

– DeÄŸiÅŸik yaÅŸlardaki yetiÅŸkinleri karşılaÅŸtıran kesitsel araÅŸtırmalar
zihinsel yeteneklerde derece derece ortaya çıkan bir düşüş gösterdiği
halde boylamsal araştırmalar ilk yetişkinlik ve genellikle orta
yaşlarda pek çok yetenekte bir artış göstermektedir.

– KuÅŸak farklılıkları test sonuçlarını yaklaşık 60 yaşına kadar
yaş farklılıklarından daha güçlü biçimde etkilemektedir.

John Horn, Cattell’in daha önce sözünü ettiÄŸimiz iki tür zeka anlayışını
yeniden ele almıştır. Akıcı zeka her yöne doğru hareket edebilir.
Kısa süreli bellek, soyut düşünce, işlem hızı gibi temel zihinsel yetenekleri
içeren bu zeka türünde kişi sözcük, sayı, bilmece gibi konularda
hızlı ve yaratıcıdır. Birikimli zeka daha sağlamdır; eğitimle ve
deneyimle gelen olgu, bilgi, öğrenme stratejisi birikimiyle oluşmuştur.
Uzun süreli bellek, sözcük dağarcığı genişliği bu zeka türünün
özellikleridir. Akıcı zekanın temelde genetik; birikimli zekanın ise temelde
öğrenilmiş olduğu kabul edilmiştir önceleri. Ancak John Horn bugün
bu doğa-kazanım ayırımının geçersiz olduğunu düşünmektedir.
Çünkü birikimli zekanın kazanılması kısmen akıcı zekanın niteliğinden
etkilenmektedir. Örneğin, bir kişinin sözcük dağarcığının gücü,
kısmen okuma hızının ve sözcükler arasında mantıksal çağrışımlar
kurma yeteneğinin sonucudur; bu ikisi de akıcı zekayla ilgilidir. Horn
yetişkinlikte akıcı zekanın önemli ölçüde azaldığına inanmaktadır. Bu
düşüş birikimli zekadaki artışla geçici olarak gizlenmektedir.

Düşünme hızı akıcı zekanın önemli bir ögesidir. Standart zeka
testlerinin çoğunun tepki hızına önem verdiği de bilinmektedir.
Yetişkin gelişimi uzmanları zeka testlerinin bu yönünü hakça
bulmamaktadırlar. Yetişkinler hemen her şeyde gençlerden daha yavaştırlar.
20 yaÅŸ ile 60 yaÅŸ arasında tepki zamanında ortalama % 20’lik bir yavaÅŸlama
söz konusudur. Karmaşık etkinliklerde bu yavaşlama daha da
fazladır. Örneğin elyazısı 60 yaşında 30 yaşındakinin iki katı zaman
almaktadır. Ancak düşünme hızını düşünme kalitesi ile karıştırmamak
gerekmektedir. Hatta yavaş düşünmenin daha derin ve daha iyi bir düşünme
olduğunu ileri sürenler vardır. Buna karşılık, yavaş düşünmenin
etkisiz bir düşünme olduğunu ileri sürenler de vardır. Sonuçta, zihinsel
süreçlerin yavaşlığının düşünmenin kalitesini nasıl etkilediği
konusunda görüş birliğine varılabilmiş değildir. Ancak, gelişim
psikologlarının çoÄŸu Schaie’nin hedefe Horn’dan daha fazla ulaÅŸtığını
düşünmektedir. Yetişkin zekasında en azından orta yıllarda ılımlı bir
artış norm olabilir görünmektedir.

Bugün birçok araştırmacı zeka diye bir bütünün varlığından çok,
birçok değişik zekaların var olduğunu kabul etmektedir. Her zihinsel
yetenek, eğitim, deneyim gibi değişkenlere bağlı olarak, yaşla birlikte
artabilir, azalabilir, sabit kalabilir. YetiÅŸkinin zihinsel yeterliÄŸi
çok-boyutlu ve çok-yönlüdür. İnsanlar yaşlandıkça geliştirmeyi seçtikleri
zeka türlerinde ya da becerilerde daha uzmanlaşırlar; kullanılmayan
yeteneklerde de düşüş görülür. (K. S. Berger, 1988)

:::::::::::::::::

3. Cinsel DeÄŸiÅŸimler

Orta yetişkinlik yıllarında hem erkeklerde hem de kadınlarda birtakım
cinsel deÄŸiÅŸimler olmaktadır; bu deÄŸiÅŸimler kimi yazarlarca “yaÅŸam
deÄŸiÅŸimi” kavramıyla dile getirilmektedir. YaÅŸam deÄŸiÅŸimi, orta
yaşlarda erkeklerde ve kadınlarda ortaya çıkan cinsel değişikliklere
uygulanan genel bir terimdir ve önemli bir dönüm noktası olarak yaşamın
bir döneminin terkedilmesi, bir diğerinin başlaması anlamına
gelir. Bu değişikliklerden en önemlisi erkek ve kadınlarda üretim yeteneğinin
gitgide azalmasıdır. “YaÅŸ dönümü”nün (climacteric) sonu
kadınlar için daha dramatiktir, çünkü ayhalinin durması gibi çok belirgin
bir iÅŸaretle ortaya çıkar. “Menopoz” kadın yaÅŸ dönümünün son
noktasıdır; östrojen hormonunun durması yumurtlama sürecini sona
erdirir, dolayısıyla aylık kanamalar da durur. Erkek yaş dönümü ise
erkek üretkenliğinin derece derece azalmasını dile getirir. Yaşlanan
bedende hem sperm üretimi, hem de erkeklik hormonu (testosteron)
üretimi azalmaktadır. Ancak bu azalma, erkek üretkenliğini hiçbir zaman
bitirmeyecek biçimde derece derece olur. Kadının menopozundan
farklı olarak, erkeğin üretim işlevi sona ermez ve genellikle
– testosteron ve spermin azalmasına karşın- ileri yaÅŸlara dek sürer.

a. Menopoz

Kadında yaş dönümünün en kolay tanınan belirtilerinden biri
menopozdur. Aylık kanamaların durması genellikle 2-3 yılda tamamlanır.
Kadınların sadece dörtte biri menopozun geleneksel belirtilerini
göstermekte ve sadece % 10-15’i bu dönemde doktor yardımına gereksinme
duymaktadır. En belirgin belirtiler sıcaklık basması ve aşırı terlemedir;
yüz kızarması, yorgunluk, baş dönmesi, baş ağrısı, uykusuzluk,
sinirlilik, ağlama ve depresyon da görülebilir. Bu can sıkıcı belirtiler
genellikle menopozun bitimine kadar sürer. Bu dönemde kadınlarda
bazı ruhsal değişiklikler de görülür. Kadınlar, eğer menopozu
çekiciliklerinin, cinselliklerinin, yararlılıklarının sona ermesinin
belirtisi olarak görürlerse daha fazla üzüntü duymaktadırlar. Bu duygular
yaşlı kişileri değersizleyen gençlik odaklı bir kültür tarafından daha da
yoğunlaştırılabilir. Bu tür duygularla depresyona giren kadınlar yalnızca
küçük bir gruptur. Menopoz geçiren kadınların en azından üçte
ikisi kendilerini menopozdan sonra öncekinden çok daha iyi hissettiklerini
söylemektedir. Bir bakıma bu tür belirtiler menopoza giren
kadının yaşı ile de ilişkilidir. Erken yaşta menopoza girenlerde belirtiler
sarsıcı olurken, 45 yaş ve sonrasında girenler için bu dönem daha
sakin geçmektedir. Ortayaşlı bir kadın menopozun yaşamında önemli
değişikliklere neden olmadığını kolayca görebilir.

Menopoz genellikle cinsel etkinlikleri etkilemez. Bir araştırmada
kadınların % 65’i menopozun cinsel iliÅŸkileri üzerinde hiçbir etkisi
olmadığını belirtmiştir; ancak vajen duvarının incelmesi, üretim organlarının
zayıflaması, uyarılma sırasında vajen ıslaklığının (lubrication)
azalması kimi kadınlarda cinsle iliÅŸkiyi zorlaÅŸtırabilir. 1960’larda menopoz
belirtilerini denetim altında tutmak için östrojen hormonu kullanılması
yaygın bir yöntemdi. Ancak bugün bu yöntemin rahim kanseri
olasılığını 4-7 kat arttırdığı bilinmektedir.

b. Erkeklerde yaş dönümü

Dramatik bir değişimle ortaya çıkmadığı için erkeklerde yaş dönümünü
belirlemek güçtür. Yaşlı erkekler cinsel yeterlilikte birtakım
değişimler gösterebilirler. Sertleşme (erection) eskisi kadar çabuk olmaz
ve boşalma (ejaculation) süresi ve gücü azalmıştır (Masters ve
Johnson, 1966). Kimi erkeklerin yakınmaları (sinirlilik, kızgınlık,
depresyon, dikkatini yoğunlaştırma güçlüğü, istek yokluğu) ile yaş dönümü
arasında doğrudan bir ilişki kurmak kolay değildir. Masters ve
Johnson (1966), erkeğin cinsel tepki yeteneğinin azalmasında aşağıdaki
psikososyal etkenlerin etkisinden söz etmektedir:

(1) Kadına ilginin, kadının çekiciliğinin yitmesine yol açan
uzun süreli ilişkiye bağlı tekdüzelik.

(2) Erkeğin mesleki uğraşları.

(3) Fiziksel ya da zihinsel yorgunluk.

(4) Aşırı alkol kullanımı.

(5) Eşlerden birinin fiziksel ya da ruhsal rahatsızlığı.

(6) Başarısızlığa uğrama korkusu.

Kültürel kalıpyargılar erkeklerin 40-50 yaşlarında birden bire
ciddi bir psikolojik bunalıma gireceklerini ileri sürmektedir. Erkeklerin
bu yaÅŸlarda uÄŸradıkları güçlükler bir tür “erkek menopozu”na mal
edilmektedir. Tıp adamları erkeklerde cinsel hormon üretimi azalmasından
söz ediyorlar, buna karşılık psikolog ve sosyologlar biyolojik
olmayan açıklamaları yeğliyorlar.

D.J. Levinson erkeklerin genellikle 35-45 yaşlarında bir dönüm
noktası yaÅŸadığını belirtiyordu. Levinson’a göre erkek bu dönemi
değişmeden geçiremez, çünkü yaşamının bu döneminde değişik koşullarla
karşılaşmak durumundadır. Yaşlanmanın tartışılamaz ilk işaretlerini
görür, kendisi konusunda sahip olduğu düşleri ve imgeleri yeniden
değerlendirmek zorunda olduğu bir noktaya ulaşır. Ölüm gerçeği
de bir erkeği orta yaşlarında yeni düşünme yollarına zorlar. Yale
araştırmacıları bütün bu gelişmelerin ortasında cinselliğin de önemli
bir sorun alanı olduğunu buldular: Erkekliğin azalması olasılığından
ve fiziksel çekiciliğin azalmasından duyulan kaygı.

Masters ve Johnson’a (1966) göre, erkekler 50 yaÅŸlarını geçtikten
sonra penisin dikleşmesi daha fazla zaman almaktadır. Ayrıca özellikle
60’ından sonraki erkeklerde sertleÅŸme gençliklerinde olduÄŸu gibi
tam ve güçlü değildir, maksimum dikleşme ancak orgazmdan az önce
gerçekleşmektedir. Yaşın ilerlemesiyle spermde, seminal sıvıda ve
sertleşme gücünde azalma olmaktadır. Eğer erkek cinsel yaşamında
gençliğinden beri yüksek bir etkinlik düzeyini korumuşsa ve akut ya
da kronik bir hastalığı yoksa, cinsel etkinliğini ileri yaşlara kadar
sürdürebilmektedir. Yine de yaşlı erkekler çok uzun süre uyarılmamışlarsa
cinsel tepki verme yetenekleri sürekli olarak azalabilmektedir.

c) Cinsel yaÅŸam

Sağlıklı erkek ve kadınlar, cinsel isteğin yok edilmemesi ya da
cinsel eylemin engellenmemesi koÅŸuluyla ileri yaÅŸlara kadar cinsel
işlevlerini koruyabilmektedirler. Yaşlılar, kendi yaşlarındaki insanların
“sekssiz” olması gerektiÄŸi konusundaki toplumsal tanımları benimsediklerinde
haksız bir söylencenin kurbanı olmaktadırlar.

Kinsey’e ve Westoff’a göre, evli çiftler yirmi yaÅŸlarında haftada
yaklaşık üç kez, otuzlarında yaklaşık iki kez, kırklarında bir buçuk
kez, ellilerinde bir kez ve altmışlarında yaklaşık on iki günde bir kez
cinsel ilişkide bulunmaktadırlar. Ancak, genel nüfusta dört haftalık bir
dönemde görülen iliÅŸki sayısı 1965’te 6,8 iken, 1980’de 8.2’ye yükselmiÅŸtir.
Bu değişimin temel nedeni, gebeliği önleyici yeni yöntemlerin
bulunması ve yasal kürtaj hakkının kullanılması, dolayısıyla istenmeyen
gebeliklere bağlı anksiyetenin azalmasıdır. Toplumsal özgürlüklerin
artması, kadınların beklentilerinin değişmesi ve kitle iletişiminde
cinselliğin geniş ölçüde tartışılması da gelişmelere katkıda bulunmaktadır.

ABD’li erkekler yayınlar yoluyla cinsellikle daha fazla ilgilenmeye
yöneltilmektedirler. Louis Harris’in 18-49 yaÅŸlarındaki erkekler
arasında yaptığı bir araÅŸtırma, erkeklerin % 49’unun cinselliÄŸi kiÅŸisel
mutlulukları için “çok önemli” bulduÄŸunu gösterdi; yetiÅŸkin mutluluÄŸuna
baÄŸlanan etkenler listesinde erkeklerin % 17’si cinselliÄŸi en az
önemliler arasında saydı. Erkeklerden yaşamlarında kişisel olarak en
önemli üç değeri seçmeleri istendiğinde en çok belirtilenler şunlardır:
% 56 aile yaşamı, % 35 sağlık, % 32 iç huzur, % 25 aşk, % 19 iş, %
16 din, % 10 saygınlık, % 9 eğitim, % 8 seks. Amerikalı erkekler kendi
duyarlılık ve insanlıklarının daha fazla farkına varmaya başlamışlardır.
Sevecenlik, bağımlılık, zayıflık, acı gibi duyguları gittikçe artan
biçimde daha fazla tanımaya başlıyorlar. Yine de, erkeklerin çoğu ve
özellikle yaÅŸlı erkekler bu tür “erkekçe olmayan” duyguları rahatça
konuşmaktan henüz çok uzakta.

Kadınlar ise kendi cinselliklerini günümüzde daha fazla farketmeye
başlamışlardır. Bugün kadınlar cinsellikten daha fazla hoşlanıyor
ve eÅŸlerinden bunu istiyorlar. Hite’in araÅŸtırması kadınların %
95’inin (“frijit” olduklarını düşünenlerin bile) mastürbasyon yaptıklarında
orgazm olmaya yetenekli olduklarını göstermektedir. Tutumlardaki
bu değişimin kadın hareketlerinden etkilendiği de kuşkusuzdur.
Ancak, araştırmalar, erkeklerin cinsel etkinliğe daha fazla ilgi duyduklarını
ve daha fazla katıldıklarını ortaya koymaktadır. Evli olmayan
kadınların % 92’si cinsel etkinlikten sürekli olarak yoksun olduklarını
ve % 45’i hiç cinsel ilgi duymadıklarını belirtmiÅŸler; oysa evli olmayan
erkeklerin sadece % 18’i cinsel iliÅŸkiden uzak ve sadece %15’i cinsel
ilişkiden yoksun. Bununla birlikte, günümüzün genç kadınları cinsel
yaşamla çok daha fazla ilgililer ve bu ilgi büyük olasılıkla yaşamları
boyunca sürecektir. Dolayısıyla, yaşlı yetişkinlerin cinsel tutum ve
davranışlarının gelecekte bugünkünden farklı olacağı söylenebilir.

Yaşlılık araştırmaları, cinsel ilgide ve etkinlikte azalma olsa bile,
yaÅŸamın ileri dönemlerinin hiç de “sekssiz” olmadığını göstermektedir.
ÖrneÄŸin, Newman ve Nichols’un araÅŸtırması, eÅŸleriyle yaÅŸayan
60-93 yaÅŸları arasındaki 149 erkek ve kadından % 54’ünün cinsel
ilişkiyi hala sürdürdüğünü göstermektedir. Cinsel ilişkilerin yaşam
boyunca önemli ve haz verici olduğu saptanmaktadır. Deneklerini 67
yaşından 77 yaşına kadar izleyen bir başka araştırma, deneklerde cinsel
ilginin hiç azalmadığını göstermiştir. Ayrıca araştırmacılar, ileri
yaşlardaki cinsel ilginin -cinsel başarı gibi-, cinsel etkinliğin
düzenliliğine bağlı olduğu ve erken yıllardaki cinsel etkinlikle bağlantılı
olduğu konusunda görüş birliği içindedirler (Masters ve Johnson, 1966).

Yetişkinlerin cinsel sorunları bilimsel araştırmaya daha yeni yeni
konu olmaktadır. Pittsburg Ãœniversitesi’nin orta sınıftan yüz çift üzerinde
yaptığı bir araştırmada, kadınların yaklaşık yarısı ve erkeklerin
üçte biri cinsellikle ilgili sorunlar bildirdiler. Uyarılma güçlüğü bir
kadının cinsel doyumsuzluğunda en çok bildirilen sorundur, kadınların
yaklaşık yarısı bu güçlüğe sahiptir ve % 46’sı orgazma ulaÅŸma
güçlüğü göstermektedir. Bu kadınların çoğu sevişme sırasında rahat
(relax) olmadıklarını söylemekte ve sevişmeden sonra en küçük bir
sevecenlik görmediklerinden yakınmaktadırlar. Erkeklerin en çok belirttiği
sorun (% 36) erken boÅŸalmadır ve % 16’sı da ereksiyon olma ya
da sürdürme güçlüğü bildirmektedir. Master ve Johnson (1970), yaşlı
erkeklerin avantajının, genellikle boşalım denetiminin 50-70 yaş grubunda
30-40 yaş grubundakinden daha iyi olması olduğunu ileri
sürmektedir. Her iki eş de her cinsel ilişkide boşalmanın mutlaka gerekli
olmadığı gerçeğini kabul ettiklerinde cinsel ilişki daha doyurucu
olabilmektedir. Ayrıca, penisin sertleşmesinin gecikmesiyle vajenin
nemlenmesinin gecikmesi de birbirine denk düşmektedir.

Sonuç olarak, doyumlu cinsel ilişki kapasitesinin sağlıklı kişilerde
ileri yaşlara kadar korunduğu söylenebilir. Yaşlanan erkek için cinsel
etkinliği korumada en önemli etken cinselliğin genç yaşlardan itibaren
kararlılığıdır. Ne tür bir cinsel etkinliğin yaşandığı önemli değildir,
önemli olan cinsel etkinliğin başından beri sürekli ve üst düzeyde
tutulmasıdır. Aynı şekilde, kadınlar için de sonsuz bir cinsel etkinlik
ve anlatım kapasitesinden söz edilebilir. Etkin cinsellik kadının
menopoz öncesi yıllarıyla sınırlı değildir; kadın, düzenli ve etkili bir
uyarımla karşı karşıya olduğu sürece, tam cinsel etkinliğe ve orgazm
tepkisine her zaman yeteneklidir. Her iki cins için de cinsel kapasitenin
yitirilmesi genellikle cinsel etkinlik yokluğundan kaynaklanmaktadır.

%d blogcu bunu beÄŸendi: