hd porno porno hd porno porno

YAŞLILIK PSİKOLOJİSİ-6 (Ölme Sürec :(

3.117 okundu

4. Ölme Süreci

“Ölüm” sözcüğü hem bir olayı -ölme olayını-, hem de bu olayın
sonucunu gösterir. Klinik ölüm ile biyolojik ölümü birbirinden ayırmak
çok güçtür. Klinik ölüm yaşamsal (vital) belirtilerin yok olmasıyla
tanımlanır; fakat yaşamsal belirtilerin ortadan kalkmasından sonra
bazı biyolojik yapılar işlevini sürdürmektedir. Başka bir deyişle, biyolojik
ölüm bedenin farklı yapılarına göre değişiklik göstermektedir.

Ölme süreci normal olarak birtakım evrelerden geçmektedir. E.
Kübler-Ross (1969) ölmekte olan 200’den fazla hastayla yaptığı görüşmelere
dayanarak ölme sürecinin evrelerini saptamıştır. Kübler-Ross’a
göre, eğer ölüm aniden olmamışsa ve ölmekte olan kişi ne olup
bittiğinin farkındaysa ölme süreci beş evreden geçmektedir.

(a) Yadsıma ve yalıtma. Birinci evrede kişi ölümün yakın olduğunu
yadsımaktadır. Ä°lk tepki “Hayır, ben deÄŸil, doÄŸru olamaz!” biçiminde
ortaya çıkmaktadır. Kimi hastalar bir yanlış yapıldığını
(örneğin tıbbi testlerin başkasınınkiyle karıştırıldığını) ileri sürmektedir,
kimileri daha olumlu bir tanı için başka doktorlara gitmektedir. Bu
yadsıma tepkisi beklenmeyen haberin şokuyla başaçıkmada sağlıklı
bir yol olarak görülebilir. Yadsıma kısa vadede tampon işlevi görmekte,
hastanın uzun vadede daha köklü savunmalar geliştirmesine olanak
saÄŸlamaktadır. 200 denekten sadece 3’ü yadsıma tutumunu sonuna kadar
götürmüştür; çoğu, yadsımanın tampon olma işlevi bittikten sonra
onun yerine “kısmi kabul” tutumunu geçirmiÅŸtir.

(b) Öfke. Ä°kinci tepki “Neden ben?” biçiminde ortaya çıkmaktadır.
Odak duygu öfke, haset ve küskünlüktür. Aile için bu öfkeyle
başaçıkmak, hastanın bakış açısını anlamak çok zordur. Öfkeli kişinin
mesajı belki ÅŸudur: “Ben yaşıyorum, bunu unutmayın! Sesimi duyabilirsiniz.
Henüz ölmüş deÄŸilim…”

(c) Pazarlrk. Bu evrede Tanrıyla, doktorla ya da başkalarıyla
pazarlık ederek ölümü ertelemeye çalışılmaktadır. Bu evre de hasta
için kısa vadede yardımcı bir evredir. Pazarlık örnekleri diğer evreler
kadar açık seçik değildir ve bütün hastalar ölümle bu yolla başaçıkmaya
kalkışmamaktadır.

(d) Depresyon. Bu evrede kişi artık ölmekte olduğunu yadsıyamaz,
öfkenin yerini depresyon alır. Kübler-Ross “hazırlayıcı” depresyon
ile “tepkici” depresyonu birbirinden ayırmaktadır. Hazırlayıcı
depresyon, dünyanın şeylerinden vazgeçmeyi ve dünyadan sonul ayrılışı
içeren “hazırlayıcı hüzün”le iliÅŸkilidir. Hasta sevdiÄŸi her ÅŸeyi ve
herkesi bırakma sürecine girmiştir. Bir depresyon türünde hasta sessizdir;
sessiz jestler, karşılıklı duygu ve sevecenlik anlatımları hastaya
yardımcı olabilir. Buna karşılık tepkici depresyonda kişi bazı müdahaleler
gerektirebilir, destekler isteyebilir.

(e) Kabul etme. Bu son evre öncekilerin en yüksek noktasıdır.
Bu evrede hasta yaklaşan sonunu derin derin düşünmektedir. Bu evre
hemen hemen bir duygu boÅŸluÄŸuyla belirlenir.

Kübler-Ross bu evrelerde “umut”u önemli ve sürekli bir etken
olarak görmektedir. Yeni bir ilaç, bir araştırmada son dakikada bir başarı,
yeni bir tedavi yöntemi gibi düşünceler hastanın son aylarına ve
haftalarına kadar koruduğu düşüncelerdir. Bu umut sadece iyileşme
umudu değildir, aynı zamanda ölümü kabul ederek ölme umududur.
Bu umut, hem ölümü hem de ölüm kederini daha insancıl ve anlamlı
kılmaktadır.

Psikiyatrist Kübler-Ross ölüm evreleri kuramını ağır derecede
hasta kişilerle yaptığı görüşmelerle geliştirmiştir. Bugün geçerliliği
kalmamakla birlikte, bu kuram, başka araştırmacıları ölmenin psikolojisi
üzerinde çalışmaya sevketmesi bakımından yararlı olmuştur. Kastenbaum
(1975), Kübler-Ross’un kuramının ölme sürecinin çok önemli
bazı yönlerini ihmal ettiğini ileri sürmektedir. Kişilik, cinsiyet,
gelişim düzeyi, ölüm ortamı gibi etkenleri mutlaka dikkate almak
gerekmektedir. Kastenbaum’a göre Kübler-Ross’un evreleri ölme deneyiminin
çok dar ve öznel yorumlarıdır. Bu evreler abartılmış ve bireyin
önceki yaşamından ve şimdiki koşularından yalıtılmış biçimde betimlenmiştir.

:::::::::::::::::

5. Ölümü Karşılama

Herkes ölümü ve ölmeyi kabul etmek zorundadır; ölümü gerçekçi
bir biçimde kabul etmek kişinin duygusal olgunlaşmasının belirtisidir.
Ancak, insanların ölüm karşısındaki bilinç düzeylerinin bireyden
bireye farklılık göstereceği de açıktır. Duk Üniversitesi araştırmacıları
60-94 yaÅŸları arasındaki 140 yaÅŸlıyı incelediler. YaÅŸlıların % 5’i
ölümü hiçbir zaman düşünmediÄŸini, % 25’i haftada bir kezden daha az
düşündüğünü, % 20’si ölümün haftada bir kez aklına geldiÄŸini, % 49’u
ölümü en azından günde bir kez anımsadığını belirtiyordu. Aynı araştırmada
yaşlı kişilerin ölüme farklı anlamlar yüklediği de bulunmuştur.
Kimileri ölümü bedensel yaşamın sona ermesi ve yeni bir yaşama,
başka bir dünyaya geçiş olarak görmektedir. Kimileri daha önce ölmüş
sevilen bir kişiyle yeniden birleşme inancını dile getirmektedir.
Her iki grup için de ölüm daha iyi bir varoluş durumuna geçiştir. Ölümün
bir ceza olduğunu doğrudan dile getirenler çok azdır. Ölümü bir
“son” olarak görenler de vardır.

Kişi için ölümün anlamı, hem kişisel hem sosyo-kültürel pek çok
belirleyiciye baÄŸlıdır. “Ölümün anlamı” ölüm olayının yaÅŸanmasına
bağlı değildir; ölüm olgusu karşısındaki duygulara ve yorumlara bağlıdır.
Duke Üniversitesi araştırmasında deneklerden aşağıdaki cümleleri
tamamlamaları istenmiştir:

– Bir insan öldüğü zaman …

– Ölüm … dir.

– Öldüğüm zaman ben …

Yanıtlar aşağıda gösterilen kategorilerde toplanmaktadır:

(a) Yaşamın sürmesi ya da kesilmesi. Açıklamaların çoğu dinsel
inançları ortaya koymaktadır. ÖrneÄŸin, “Ölüm bu dünyadan bir
baÅŸka dünyaya geçiÅŸtir” ya da “öldüğüm zaman ruhumun sürüp gideceÄŸini
düşünüyorum” gibi. Bu açıklamalara göre yaÅŸamın sonu öbür
dünyaya atlama tahtasıdır. Bir başka yorum da, ölen kişinin başkalarında
yaÅŸaması biçimindedir: “Ölen bir insan kalanların düşüncesinde
ve gönlünde yaÅŸamayı sürdürür.” Buna karşılık kimileri de
ölümü, kişiliğin sona ermesi olarak düşünmektedirler.

(b) Düşman olarak ölüm. Ölüm yaşamı ve ilişkileri kesen, bozan,
sona erdiren bir düşman olarak görülmektedir. Örnek: “Ölüm zalim
bir efendidir”. Yanıtların çoÄŸu bağımlılık, güçsüzlük korkusunu ya
da ölüm edimine bağlanan acı ve eziyet çekme duygusunu dile getirmektedir.

(c) Birleşme ya da ayrı düşme. Çokları ölümü daha önce ayrılınan
birine kavuşma olarak görmekte, kimileri de sevilen birinden
ayrılma gibi hissetmektedir.

(d) Ödül ya da ceza. Çoğu kişi ölümü daha iyi bir varoluş durumuna
geçiÅŸ olarak görmektedir. Örnek: “Tanrının mutluluklarına kavuÅŸmaya
gideceÄŸim.” Bu aslında dinsel inançlara baÄŸlı bir düşüncedir.
Ölümün ceza anlamına geldiği genellikle pek az dile getirilmiştir
(Jeffers ve Verwoerdt, 1969).

Araştırmacıların çoğu yaşlı kişilerin çok az bir bölümünün -sadece
% 30- ölüm korkusu bildirdikleri konusunda görüş birliği içindedir.
Ulusal Ruh SaÄŸlığı Enstitüsü’nün araÅŸtırmasında saÄŸlıklı yaÅŸlı
kişilerde ölüm korkusu % 30 oranında bulunmuştur. Araştırmacıların,
yaşları 49-92 arasındaki 200 denek üzerinde uyguladıkları cümle tamamlama
testine göre, ölüm korkusu genel nüfusta yaşlı kişilerde
olduÄŸundan daha yaygındır. Duke Ãœniversitesi’nde yapılan baÅŸka bir
araÅŸtırmada “Ölümden korkuyor musunuz?” sorusuna yaÅŸlı deneklerin
sadece % 10’u olumlu yanıt verdiler; deneklerin % 35’i korktuÄŸunu
reddetti, % 55’i ambivalandı ve soruyu yanıtlamakta tereddüt etti. Bu
bulgular ölüm korkusu sorununun yaşlı kişilerde bulunmadığı anlamına
gelmemektedir. Duke Üniversitesi araştırmasında bir denek
şöyle demektedir: “Hayır, ölümden korkmuyorum, bu bana son derece
normal bir süreç olarak görünüyor. Ama ölüm geldiğinde neler hissedeceğinizi
asla bilemezsiniz. Belki paniÄŸe kapılabilirim.” Bengston,
Cuellar ve Ragan genç insanların 65 yaş ve üstündekilerden daha fazla
ölüm korkusu yaşadıklarını ileri sürmektedir. İnsanlar acı verici, ayrılık
yaratıcı hastalıklardan daha fazla korkmaktadırlar.

Hinton hastanede ölen kişilerden dörtte birinin yüksek bir kabul
gösterdiğini söylemektedir; fakat hastalık ve hastahane koşulları bunda
önemli bir rol oynamaktadır. Hastaların yaklaşık yarısı yaşamının
sona ermekte olduğunu kabul etmekte (daha çok yaşlı kişiler), dörtte
biri acı çektiğini bildirmekte, diğer dörtte biri ise pek az şey
söylemektedir. Weisman ve Kastenbaum (1968) sadece pek az yaşlı kişinin
ölüm korkusundan söz ettiğini, ölüm korkusunun daha çok akut duygusal
ya da psikiyatrik bozukluk çeken yaşlılarda bulunduğunu belirtmektedir.
Yaşlı kişiler ölüm karşısında tek biçimli bir örüntü değil,
çok çeşitli yönelimler göstermektedirler.

Robert N. Butler’in (1971) “yaÅŸamı yeniden gözden geçirme”
adını verdiği süreç genellikle sessizce gerçekleştirilmekte ve kişiliğin
yeniden örgütlenmesinde olumlu bir güç yaratmaktadır. Ancak bu bazı
durumlarda patolojik düzeyde yoğun bir suçluluk, umutsuzluk ve
depresyonun anlatımı da olabilmektedir. Bir insanın yaşamını yeniden
gözden geçirmesi değişik türden bunalımlara tepki olabilir (örneğin,
emeklilik, eÅŸin ölümü, kendi ölümünün yakınlığı gibi). Butler’e göre
yaşamın yeniden gözden geçirilmesi, bir bireyin ölüme uyumu, yaşamın
sonuna doğru kişilik gelişiminin sürekliliği açılarından çok önemlidir.

Çeşitli araştırmalar ölümden önce sistemli psikolojik değişimlerin
ortaya çıktığını bildirmektedir. Bu değişimler fiziksel hastalıkların
basit bir sonucu değildir. Ciddi biçimde hasta olan ve sonra iyileşen
kişiler aynı değişimleri göstermemektedir. Lieberman ve Coplan,
ölümlerinden bir yıl ya da daha az süre önce incelenen bireylerin,
ölümden üç yıl ya da daha fazla uzak olanlara oranla daha zayıf zihinsel
başarı, daha az içgözlem eğilimi, kişilik testlerinde daha az saldırgan
ve daha fazla uysal benlik imgesi gösterdiklerini bildirmektedir.
Bir yıl içinde ölenlerin birkaç yıl sonra ölenlere oranla zeka ölçümlerinde
düşüş gösterdikleri de bulunmuştur. Psikomotor başarı
testleri, depresyon ölçekleri ve sağlık bildirimleri önceden kestirim
sağlayabilmekte ve doktorları gelecekteki bozukluklar konusunda
uyarabilmektedir.

Sosyolog Robert Blauner, modern toplumların bürokratik düzenlemelerle
ölüm olayını denetim altına aldıklarını belirtmektedir. Amerika’da
daha birkaç kuşak önce insanlar evlerinde ölüyorlardı; bugün
yaşlılar yurdu ve hastaneler ileri derecede hasta olanlarla ilgilenmekte
ve ölüm bunalımlarıyla uğraşmakta, cenaze evleri de toprağa verme
işini üstlenmektedir. Birçok insan için gitgide daha yabancı bir yaşantı
olduğundan ölümle nasıl başa çıkılacağı da gitgide daha az öğrenilmektedir.
Ne ölmekte olan kişi, ne de ailesi ve arkadaşları ölüm yaşantısıyla
uğraşmayı sağlayacak anlayış ve bilgiye sahiptirler.

Amerika BirleÅŸik Devletler’inde, ölen kiÅŸilerin % 70’inin son
yıllarını bakımevinde ya da hastanede, çoğu zaman acı içinde ve yalnız
olarak geçirdiÄŸi saptanmaktadır. “Onuruyla Ölme” hareketinin savunucuları
“saldırgan” tıbbi bakımın -yaÅŸamın ne pahasına olursa olsun
korunmasının- insanları hızlı ve doğal ölümden alıkoyduğunu ısrarla
vurgulamaktadırlar. Amerikan halkı içinde “saÄŸlıklı ölme” istemi
gitgide artmaktadır. Bu görüşe göre acıdan ve travmadan olabildiğince
uzak bir ölüm yeterli değildir; umutsuz bir hastalıktan acı çeken bireyler,
kendi tüm yaşam üsluplarına uygun düşen ve kimlikleriyle
bütünleşen (örneğin romantik bir ölüm, kahramanca bir ölüm, vb.)
özel bir ayrılma üslubu seçebilmelidir.

Sudnow kurumların sistemli bir örgütlemeyle ölüme yakın olanları
ve ölenleri nasıl gizlediklerine değinmiştir; Watson yaşlı ve hasta
olmanın aynı gizleme sürecini başlattığını ortaya koymuştur. Aktif tedavinin
kesilmesi kararı çok hasta olanlar ve ölüm halindeki hastalar
için alınmaktadır. Ancak, “çok hasta” ve “ölüm halinde” kavramları
yaşlılarda genellikle birbirine karışmaktadır. Aktif tedavinin kesilmesinin
yanısıra, kişisel ilişkiler de birden azalmaktadır; bu da bazı durumlarda
hasta fakat ölümcül olmayan hastaların tedavisinin kesilmesiyle
sonuçlanmakta ya da hastalar psikiyatrik hasta olarak sınırlı hastane
köşelerine atılmaktadırlar. Oysa Miller’in saptadığına göre,
“umutsuz” olarak damgalanan yaÅŸlı hastaların dikkatli ve duyarlı bir
bakımla iyileşebildikleri görülmektedir. İyileşmesi olanaklı hastaların
toplumsal, duygusal ve teknik bakımdan terkedilmesi ölümle sonuçlanmaktadır.
Ölme sürecine ilişkin evrelerin eleştirisiz kabul edilmesi
de bakımın sürmesini engellemektedir. Kübler-Ross’un kuramı deneysel
olarak desteklenmemiş, üstelik kuramın birçok yöntembilimsel ve
kavramsal kusuru olduğu bulunmuştur. Kuramın anksiyete azaltıcı
olarak kullanılması sağlık personeli arasında artık ilgi çekmemektedir.
Bugün hastane çalışmalarında hastaların bireyselliği, hasta ailelerinin
hakları daha fazla vurgulanmaktadır. Hastaneye kaldırma ölüm korkusunu
arttırabildiği için aile içinde bakım daha fazla desteklenmektedir.

Bütün ölümlerin aynı oranda etkili olmadığı bilinmektedir. Glaser
yaşlıların ölümünün toplum üzerinde çok az bir etkisi olduğu savını
gerontolojiye ilk kez sokan yazardır. Daha yakınlarda Owen, Fulton
ve Markusen, anababa, eş ve çocuk yitiren yetişkinlerin kederlerini
karşılaştırmış, yaşlı anababa yitiminin daha az keder verici, yerleşik
davranışlarda daha az kesintiye yol açıcı ve daha az anlamlı olduğunu
bulmuştur. Sanders yaşlı anababa yitiminin eş ve çocuk yitiminden
daha az sarsıcı olduğunu saptamıştır. Moss ve Moss, yetişkinin anababa
yitimine daha az tepki göstermesini, yetişkinin yaşlı anababanın
potansiyel ölümünü sık sık düşünmesine, olayın bir tür provasını yapmasına
bağlamaktadır. Ayrıca, kişinin yaşlı anababasının ölümünü düşünmesi
eÅŸ ya da çocuÄŸunun ölümünü düşünmesinden daha az “tabu”
dur. Bilişsel ve duygusal öksüzlük düşüncesi çok önceden başlar ve
bireyi hazırlar; bu sürecin bireyi kendi ölümüne de hazırladığı söylenebilir.
Büyüklerin ölümünden daha az etkilenme gerçeği, bireyin
kendisini “genç” diye tanımlamasından “yaÅŸlı” diye tanımlamasına
geçişi etkiler mi sorusu henüz ortadadır. Belki burada, söylenmeyen,
sessizce geçiÅŸtirilen bir keder vardır: “Ben de özlenmeyen biri olacağım…
Belki kendimi özlenmemeye alıştırmam gerek.”

Yas ölüm nedeniyle bir akrabasından ya da arkadaşından yoksun
kalan kişinin içinde bulunduğu durumdur. Keder, sevilen birinin
ölümünün ardından duyulan şiddetli ruhsal acı ve elemi içerir. Matem,
bir kişinin ölümüne duyulan acının belirtilerini ortaya koyma biçiminin
toplum tarafından düzenlenmesine dayanır.

ÇaÄŸdaÅŸ klinikçiler ve psikologlar, “Derdini söylemeyen derman
bulamaz!” biçimindeki Türk atasözünün dile getirdiÄŸi görüşü
paylaşmaktadırlar. Acılı duyguların hafifletilmesi ve duygusal yardım süreci
çok önemlidir. Aile ve arkadaş desteğini gören kişiler yası izleyen fiziksel
ve ruhsal bozuklukları daha az göstermektedirler. Öte yandan,
kültürel beklentiler, toplumsal değerler ve topluluk kuralları kederin
yaşanmasına müdahale etmektedir. Gelişmiş toplumlarda ölme de tıbbi
teknolojiye bırakılmıştır ve genellikle evin dışında olmaktadır; matem
ruhsal bir patoloji olarak görülmektedir. Oysa tanatologlar keder
anlatımlarını ve matem törenlerini geride kalanlar için tedavi edici
nitelikte görmektedirler.

Yas ve keder sevilen birinin ölümünün hemen ardından gelen
dönemde önemli bir etki yaratmaktadır. Geride kalanlar fiziksel ve
ruhsal hastalıklara ve ölüme karşı daha duyarlı olmaktadırlar. Bu
özellikle ansızın ve beklenmedik biçimde gelen yaslar için doğrudur.
Yaslı kişiler, hastalık, kaza, ölüm, işsizlik ve diğer hasar görmüş
yaşam belirtilerini daha fazla göstermektedirler. On üç ay süren bir izleme
araÅŸtırmasında yaÅŸlı kiÅŸilerin % 32’sinin saÄŸlık bozuklukları gösterdikleri
-kontrol grubunda sadece % 2- bulunmuştur. Dul kadınlar
dulluklarının ilk yılında aynı yaştaki dul olmayan kadınlara oranla üç
kat daha fazla doktora görünmekte, yatıştırıcı ilaçları yedi kat daha
fazla kullanmaktadırlar.

Yas içindeki yetişkinler tipik olarak birtakım evrelerden geçmektedirler.
Birinci evre şok, uyuşukluk, yadsıma ve inanmama evresidir.
En yoğun duygu olan şok ve uyuşukluk genellikle birkaç hafta sürmekte,
yadsıma ve inanmama ise günlerce ve hatta aylarca sürebilmektedir.
İkinci evre özleme, hasretini çekme ve depresyon evresidir.
Genellikle 5-14 gün arasında doruk noktasına çıkmakta, ama daha
uzun sürebilmektedir. Bu evredeki yaygın duygular, ağlama, umut,
gerçek olmama duygusu, empati, insanlardan uzak durma, ilgi yokluğu,
ölenin anısına baÄŸlanma, vb.’dir. DiÄŸer belirtiler öfke, kızgınlık,
korku, uykusuzluk, iştahsızlık vb. olabilir. Ölen kişiyi ülküleştirmeye
de yas tutanlarda çok rastlanmaktadır. Yasın üçüncü evresi sevilen kişiden
kurtulma ve yeni koşullara uyum sağlamadır. Bu dönemde birey
kaynaklarını harekete geçirir, insanlarla ve etkinliklerle yeniden ilgilenir,
yeni bir denge kurmaya çalışır. Kimileri için bu evre 6-8 hafta,
kimileri için de aylar hatta yıllar sürebilmektedir. Dördüncü evre kimliğin
yeniden kurulması evresidir. Kişi yeni ilişkiler gerçekleştirir ve
sevdiği biriyle yeni roller üstlenir. Geride kalanların yaklaşık yarısı bu
evrede yas yaşantısından bazı yararlar ya da deneyimler edindiklerini
bildirmektedir.

Dul erkekler konusunda pek az bilgiye sahibiz. 45 yaşın üstündeki
dul erkeklerin ölüm oranının evli erkeklerin oranının iki katı
olduğu, dulların intihar riskinin de çok yüksek olduğu bilinmektedir.
46-65 yaşlar arasındaki dul erkeklerin yarısından fazlası yeniden
evlenmektedir. Sağlıklı dullar görece daha çabuk evlendiği için, dullar
arasında yüksek ölüm oranı saptayan istatistikler öncelikle daha az
sağlıklı dullara uygulanabilir. Dul kadınlara ilişkin bilgimiz dul
erkeklerinkinden daha fazladır. Sosyolog H.Z. Lopata’ya göre, dul kadınların
yaklaşık yarısı tamamen yalnız yaşamakta, çoğu da böyle yaşamayı
yeğlemektedir. Araştırmalar, dulluğun uzun süredeki olumsuz
sonuçlarının, dul olmanın kendisinden çok, sosyoekonomik yoksunluklardan
kaynaklandığını göstermektedir (Vander Zanden, 1981).

%d blogcu bunu beÄŸendi: